Salı, Mayıs 31, 2011

HOBİ NEDİR HOBİ ÇEŞİTLERİ NELERDİR

Hobi Nedir?

İnsanların normal yaşantısında zevk için uğraştığı, bir başka deyişle hayatında yapmak zorunda olduğu şeylerin dışındaki eğlenceli, mutluluk verici ve zevk verici işlerle uğraşmasına kısaca hobi denilmektedir.
Hobinin Faydaları

Hobi insanların hayatına renk katmakla beraber hayatını daha yaşanılır kılar, mutlu bir hayatı olmasını sağlar ve pozitif duygular saçar.Ayrıca bu hobiler kişinin kendisini tanımasına da büyük katkılar sağlar ve kendini ifade etme özelliği sağlar.

Hobi sahibi olmayan insanların yaklaşık %40 ‘ı hayatlarını mutsuz bir şekilde geçirdiği bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış durumda.
Hobi Çeşitleri

Keyifli bir uğraş olan hobi arasında bir çok uğraşı sayabileceğimiz gibi sizinde kendinize özgü bir hobiniz olabilir ve yeni bir hobide geliştirebilirsiniz.Habi çeşitlerinden bazı örnekler;
Koleksiyonculuk Hobileri

Para koleksiyonculuğu, pul koleksiyonculuğu,çeşitli taşları toplama vb.
El Beceri Hobileri

el becerisi gerektiren iş ve uğraşalara da ahşap oymacılık, örgü ve nakış türleri ve resim sanatları vb.
Spor Hobileri

Futbol maçları, yürüyüşler, yüzme vb.


HOBİ ÇEŞİTLERİ
  
Hobi çeşitleri nden bazılarını sıralamak gerekirse: koleksiyonculuk, oyunlar, açık hava aktiviteleri, sahne sanatları, yaratıcı hobiler , yemek yapmak, bahçecilik, vb.dir.
Koleksiyonculuk , koleksiyoncunun ilgi alanına göre bazı belirgin parçaları toplamasıyla gerçekleşir. Bu gibi koleksiyonlar genellikle çok organize, dikkatlice saklanan ve oldukça gösterişli sergilenen bir biçimde uygulanır. Koleksiyoncunun ilgi alanına bağlı olarak hemen hemen her şeyin koleksiyonu yapılabilir. Koleksiyonu yapılan malzemeler, koleksiyoncunun bütçesine göre de değişmektedir. Örneğin bir pul koleksiyon u yapmaya ancak bütçesi yeten bir koleksiyoncunun, spor araba koleksiyonu yapması mümkün olmayabilir. Hobi setlerinin arasında çocuklar için hazırlanmış olanları da bulunmaktadır. Çocuklar yaşlarına uygun olan ahşap oyuncakları boyayabilirler, kumaştan hayvan modelleri kesip dikebilirler, hamurlardan şekiller yapabilir, origami sanatı nı öğrenebilirler. Bu hobi setlerinin içerisinde ihtiyacı olan tüm malzemeler bulunur ve sağlığa zararsız haldedir.

Bahçeyle uğraşmak da hobiler arasında yer almaktadır. Belirlenmiş bir zemin üzerinde bitkilerin büyütülmesini hedefleyen bahçecilik, evlerin bahçelerini düzenleme şeklinde olur genellikle. Bahçelerin, tipik olarak evlerin dış bölümünde ve çevresinde olmasına rağmen, nadiren de olsa evlerin teraslarında, balkonlarında hatta içlerinde bile olabilir. Bahçeciliğin etkin ve daha zevkli yapılabilmesi için bu iş için uygun hobi setleri kullanılır.

Hangi Burç Mitolojide Kimleri Simgeliyor

Koç Burcu Jason ve Medea : Orkhomenos kralı Athamasın oğlu Phrixus yanında kız kardeşi Helle olduğu halde gezerken , yanı başında altın bir koçla yürümekte olan üvey anneleri Nephele ile karşılaşırlar. Altın koç iki kardeşin merakını çeker ve Nephele onlara bu koçun hikayesini anlatır. Denizler tanrısı, büyük Zeus'un kardeşi Posedion, göz koyduğu Bisaltes'in güzel kızı Theophane'yi güzel bir koyuna ve ona kur yapıp elde edebilmek için de kendisini bir koça dönüştürür. Nephele'nin yanında dolaştırdığı altın koç, bu birleşmenin yani, Posedion ve Theophane'nin çocuklarıdır. Colchis Krallığını kurtarmak için Savaş Tanrısı Ares'e bir kurban verilmesi gerektiğinden, Nephele de bu koçu üvey çocuklarına verir ve onu Ares'e kurban etmelerini ister ve onları Karadeniz'e gönderir. Şimdiki Çanakkale Boğazından geçerlerken Helle denize düşer ve boğularak ölür. Kimi anlatımlarda iki kardeşin üvey annelerinden kaçtıkları rivayet edilmektedir. Aslında Helle boğulurken denizler Tanrısı Posedion onu kurtarır ve ondan üç çocuğu olur. Bu olaydan kurtulan Phrixus, altın koçu yerine ulaştırır ve kurban edilen koçun altın postu Colchis'te Savaş Tanrısı Ares tapınağının kapısına asılır. Bu tapınak hiç uyumayan bir canavar tarafından korunmaktadır. Uzun yıllar sonra ; Colchis kralı olmak isteyen Jason ya da diğer adıyla İason, Argonautlar'ın da yardımıyla ve büyük mücadeleler vererek Altın Posta sahip olur. Jason Altın Postu aldığı gibi Colchis kralının kızı güzel Medea'yı da kaçırır. Daha sonra büyücü kadın olarak da anılacak olan Medea, kendisini kaçıran Jason'u kurtarmak için erkek kardeşini denize atarak aşık olduğu adama yardım etmiştir. Jason Arganaut'a döndükten sonra krallığını ilan eder ve mutlu sona ulaşılır. Jason'un bu kahramanlıkları, cesareti,gücü ve başarıları Altın Post ve koç hikayelerinden sonra KOÇ burcu insanıyla özdeşleşmiştir.

Boğa Burcu Zeus ve Europa : Sadakatsiz ve güvenilmez bir kadın olarak mitolojinin sayfalarında yer bulan Şehvet Tanrıçası Ishtar, kendisiyle hiç ilgilenmeyen Babilli kahraman Gılgamış'a aşık olur. Haris bir kadın olan Ishtar, bir erkeğin kendisini reddetmesini kabullenemeyerek aynı zamanda babası olan Tanrılar Tanrısı Anu'ya giderek Gılgamış'ı öldürmesi için dev bir boğa yaratmasını ister. Bu boğanın şehveti ve hırsı temsil ettiği düşünülmüştür, Her yıl yeni bir ay girdiğinde ve boğa burcunda doğmaya başladığı gün bitiminde Babilliler, şans getirdiğine inandıkları altın boynuzlu bir boğayı kurban ederlerdi. Bu efsanelerden çok , çapkınlıklarıyla ünlü Zeus'un hikayeleri dilden dile dolaşır. Bunlardan biride Zeus'un Fenike kralı Agenor'un güzel kızı Europa'yı gösterişli bir boğa kılığına girerek kaçırır. Efsanede boğa kılığına giren Zeus, Europa'nın çiftliğinde otlarken, onu beğenerek yanına giden ve başını severek çiçekler takan Europa'yı sırtına aldığı gibi Akdeniz'in karşı yakasındaki Girit adasına kaçırır. Europa'nın Zeus'tan Minos, Radamanthys ve Sarpedonthis adlarında üç çocuğu olur. Bu arada Europa'dan bıkan Zeus kaçar ve Europa da çocuklarını evlat edinen Girit Kralı Asterion'la evlenir. Bu hikaye bize Boğa Burcunun en temel özelliği olan sahiplenicilik, güzel ve alımlı bir görünüşe tutkunluk temalarını anlatmaktadır.

İkizler Burcu Castor ve Pollux :Mitolojide Tanrı Zeus'un oğulları Castor ve Pollux, aynı zamanda Dioscuri Yıldız Kümesinden iki yıldızın da adıdır. Mitolojik dilde "Zeusun oğulları" anlamına gelen bu ismi Babilliler takmışlardı. Çapkınlar çapkını Zeus, Isparta Kralı Tyndaros'un karısı Leda ile birlikte olabilmek için Kuğu kılığına girer ve onların birleşmesinden iki yumurtaları olur. Bir yumurtadan Pollux ve Hellen, diğer yumurtadan da Castor ve Clytemnestra doğarlar. Rivayete göre Pollux ve Hellen Zeus'un ölümsüz çocukları, Castor ve Clytemnestra ise Tyndaros'un ölümlü olan çocuklarıdır. Eski zamanlarda bu olaydan dolayı ikiz olan çocukların birisinin daima tanrısallık taşıdığına inanılır. Yıldızlara ismi verilen bu iki kardeş, Sparta'da birlikte büyür ve çok da iyi anlaşırlar. İki delikanlı Altın Post'u bulmaya giden Jason'un yanında da yer alırlar. İki genç, iki kız kardeşe aşık olurlar. Ancak kızlar nişanlıdırlar ve onları kaçırırken çıkan kavgada Castor ölür. Kardeşini çok seven ve onun ölümüne katlanamyan Pollux, babası Zeus'tan onu tekrar diriltmesini ister. İki kardeşin birbirlerine olan sevgisi Zeus'u duygulandırır ve Pollux'un sahip olduğu ölümsüzlüğünü kardeşi Castor'la paylaşmasına izin verir, ama bir şartla ; bundan böyle iki kardeş zamanlarının yarısını Tanrılar Dağı Olimpos'ta, diğer yarısını da yeraltında ölüler dünyasında geçireceklerdir ! Başlarının üstünde ışık saçan iki ata biner bir vaziyette resmedilen Castor ve Pollux,böylelikle de İkizler Burcunun sembolü olmuşlardır. İkizler burcu insanının iki kişilikli diye adlandırılması,bu, iki kardeşin karakter yapılarıyla bağdaştırılmıştır.

Yengeç Burcu ve Diana :
Yengeç Burcunun karakteri, mitolojide Av Tanrıçası olarak adlandırılan Diana ile özdeşleştirilmiştir.Yetenekli bir avcı olan Diana,yakaladığı hayvanları insanlara sunmuş, darda kalanlara yardım elini uzatmış, bunun yanı sıra; duyguları ve sinir sisteminin de o yönetmiş. Bu özellikler Yengeç burcu insanının da özellikleridir aynı zamanda. Kahramanlar kahramanı Herakles (Herkül) mitolojide en çok tanınan,en sevilen karakterlerden biridir. O, doğaya kafa tutan insan gücünün simgesidir. Herakles gerçekte insanlaştırıla, tanrılara karşı tanrılaştırılan bir insandır. Gittikçe masallaşmış ve Yunan kahramanlığının simgesi sayılmıştır. O da ; Tanrılar tanrısı Zeus'un oğullarından biridir. Zeus babası Amphitryon'un kılığına girerek annesi Alkmene'yle birleşmiş ve bu birleşmeden Herakles yani Herkül doğmuştur. Kral Eurystheus tarafında kendisine on iki görev verilir.Mitolojik bir canavar olan Hidrayı öldürmesi bu on iki görevin ikincisidir. O canavarla savaşırken, ezeli düşmanı Tanrıça Hera, Herkül'ün ayaklarına büyük bir yengeç göndererek, dengesini yitirmesi için elinden geleni yapar. Hera yengeçlere hükmetmeyi, onları kullanmayı çok iyi başarsa da Herkülü yenmeyi başaramaz. Herkül Hidrayı öldürür. Tam o sırada gökte yükselmekte olan büyük takım yıldıza Yengeç adını verir.

Aslan Burcu ve Herkül :
Tanrılar tanrısı Zeus'un hem kız kardeşi hem de saygıdeğer karısı (baş kadını) olan Tanrıça Hera, Zeus'tan intikam almak için, Argolis Ovası Nemea'ya yenilmez bir aslan gönderir. Ekhidna'nın Orthos köpeğiyle birleşerek meydana getirdiği bu canavar aslan çevreyi kasıp kavurmuş. İni Arima Dağında olan Ekhidna'nın yarattığı bu canavar aslanın karşısına yine Herkül çıkmış. Canavar aslanla amansız bir mücadele veren Herkül, bu savaştan galip çıkmasını bilen taraf olmuş. Herkül'ün bu zaferini kutlamak için bu bölgede iki yılda bir Nemea Zeus'u onuruna Nema oyunları düzenlenirmiş. Bu oyunların, bir yılan sokmasından ölen Nemea kralının oğlu Opheltes'in anısı için Herkül tarafından düzenlendiğine inanılır. Bu ve bunun gibi birçok kahramanlıkları olan Herkül'ün o müthiş tanrısal gücünün,Ekhinda'nın yarattığı bu aslanın gücü ile birleşerek Aslan Burcunun güçsel yapısıyla özdeşleştiği ortadadır.

Başak Burcu ve Astrae :
Başak Burcunun sembolü tanrılar Tanrısı Zeus'un Themis'ten olan kızı Astrae'dır. İnsanların erdem ve mutluluk çağı olarak adlandırdıkları Altın Çağda, insanların arasında yaşadığı söylenir. Adaletli, saf ve temiz, güzeller güzeli Astrae, Altın Çağ sona erip de dünyada ahlaksızlar ve ahlaksızlıklar belirmeye başlayınca buna dayanamayarak geldiği yer olan gökyüzüne çekilmiş ve Başak Burcu olmuş. Başak Burcunun eskilerde olduğu gibi bakire bir kadınla simgelenmesi,günümüzde de saf, temiz,erdemli ve güzel bir kadın figürüyle resmedilir.

Terazi Burcu Anibus ve Athena : Yunan çoktanrıcılığının en ünlü ve önemli tanrılarından biri olan Athena, ilgilendiği adalet ve yargı sebebiyle Terazi burcunun da yöneticisi kabul edilir. Athena için mitler "Zeus'un kafasından çıkan kızı" derler. Buna neden olarak da ; Athena'nın Zeus'un kafasından tepeden tırnağa silahlı olarak çıkmış olmasıdır. Savaşçı bir ruha sahip olan Athena için, Atina kentinin koruyucusu ve ruhu da denir. Mitolojide Kadim Mısır'ın Ölüler Kitabı'nda ölü ruhların kalpleri bir terazi yardımıyla tartılıyor ve onun içindeki iyilik ve kötülüklerin miktarları ortaya çıkıyordu. İyilik tarafı ağır basan ruhlar hemen orada ödüllendiriliyor, kötülük tarafı ağır basanlar ise cezalandırılıyorlardı. Kadim Mısır inancında bu işlemi Çakal Başlı Tanrı diye adlandırılan Ölüler Tanrısı Anibus yapıyordu. Bu efsanelere dayanarak bu burca Terazi denmektedir.

Akrep Burcu Orion ve Artemis : Denizler Tanrısı Poseidon'un oğlu, dev Orion,iyi bir avcı ve aynı zamanda çok yakışıklıydı. Titan'lardan Theiay'la Hyperion'un kızı Gün Doğuşu ya da diğer adıyla Şafak Tanrıçası Eos, yakışıklı erkeklere meraklı bir tanrıçaydı. Orion'u gören Eos, onu beraber olmaya çağırır. Bu davete hem çok sevinen hem de çok böbürlenen Orion, sağda solda bunu anlatıp, kendini övmeye başlayınca Tanrı Apollon kızar ve Toprak Tanrısı diye mitlerde geçen ama aslında bir tanrı değil, kozmik bir güç olan Gaia'ya Orion'u dev bir akrep göndererek öldürmesini ister.
Kimi kaynaklarda ise Orion Aitolia Kralı Oinopion'un kızı Merope'yi baştan çıkarmaya kalktığı için kör edilmiş, daha sonra da bir takım yıldız haline getirilmiş, kendisiyle birleşmek isteyen ve başaramayan Artemis'in kışkırtmasıyla onu topuğundan sokup öldüren akrep de armağan olarak burç yapılmış. Orion yıldızının akrep burcundan hep uzaklaşmakta olmasının nedeni buymuş. İlk hikayede bahsedilen ise, yollanan akrepten kaçmaya çalışan Orion denize dalar, bu sırada Orion'u gören ve onun yakışıklılığından etkilenen Artemis, oklarını akrebe yöneltir. Akrebi vurup öldürür ama, bu arada Orion'u da vurmuştur. O da Orion için o sırada yükselmekte olan takım yıldıza Orion, diğer tarafta kalan takımyıldıza da akrep adını verir.

Yay Burcu ve Vahşi Sentorlar :
Yay burcunun simgesi olarak mitolojide yerini alan yarı insan, yarı at figürlü varlıklar hakkında pek fazla bilgi olmasa da, onların Tarım Tanrısı ya da diğer adıyla Şarap Tanrısı Dionysos'un hizmetkarları oldukları bilinir. Yunan-öncesi tanrılardan olan Dionysos'un Trakya'dan ya da Frigya'dan geldiği sanılmaktadır. Zeus ve Apollon'la birlikte Antikçağ Yunan düşüncesinin üç büyük tanrısından biri sayılmaktadır. Tapımı başlı başına bir din meydana getirmiştir. Romalılar ona Bakkhos (Baküs) derler ve verimlilik tanrısı Liber'le bir tutarlardı. Yay Burcunun simgesi olan yarı insan, yarı hayvan olan ve elinde gerili bir yay tutan yaratıklara Sentor dendiği gibi, bazı mit kaynaklarında da Satir olarak söz edilir. Bunlar tanrıları Dionysos'a bağlılıklarını aşırı hareketlerle gösterirlerdi. Sentorlar ya da Satirler, tanrılarının kendilerine vahşi hayvanlar gibi göründüğüne inanıyorlardı. Bu yüzden şarap içip, kalabalık sarhoş sürüleri halinde dağlara çıkarlar, naralar atarak döne döne raksederler, karşılarına çıkan hayvanların üstüne kudurmuşcasına atılıp parçalarlar ve çiğ çiğ yerlerdi. Böylelikle tanrılarını içlerine almış oluyorlardı. Boynuzlu, keçi ayaklı, kuyruklu ve insan vücutlu bu yaratıklar kır cinleri olarak da adlandırılırdı. Flörtçü ruhlarından Kır perilerinin erkek kardeşleri olmalarına rağmen, onlarla beraber olmak için peşlerinden koşmaktan geri kalmazlardı. Bunlarla ilgili resim ya da duvar kabartmalarına bir tek Kadim Mısır da ve Babilliler de rastlanmıştır. Tanrılar Tanrısı Zeus bu burcun yöneticisi olarak bilinir. Zeus, her ne kadar uçarı ve çapkın bir tanrıysa da kızdırıldığında öfkesinden tüm alemler korkmuştur. Bu tipik bir Yay insanı karakteriyle de özdeşleştirilir.

Oğlak Burcu Ea ve Pan : Tanrı Ea ya da diğer adıyla Enki, Oğlak burcunun yarısı balık, yarısı oğlak olarak figüre edilmiş simgesidir. Ea Babilliler'in Büyük Yaratıcı Tanrısı olarak mit.te geçer. Babil tapınaklarında Ea, balık kuyruklu bir koyun biçiminde canlandırılırdı. Tapınak rahipleri de balık biçiminde giysiler giyerlerdi. Bazı kaynaklarda Büyük Suların (okyanuslar) altında yaşayan, gündüzleri bu su evinden çıkan ve insanları eğiten Ea, akşam olduğunda tekrar suyun altındaki evine dönerdi. Bilgelik ve beceri de onunla ilişkili olduğundan Oğlak insanı da el ve beceri sanatlarıyla çok ilgilidir. Arkadia çobanlarının çok eski bir tanrısı olan, kulakları ve ayakları keçiye benzeyen,vücudu ve kolları insan olan ve boynuzları bulunan Pan, daha sonra Tanrı Hermes ve ağaç perisi Penolope' nin oğlu sayılmıştır. Yunan yorumculara göre Tanrı Hermes, oğlunu bir tavşan postuna sarıp Olympos'a çıkarmış, onun keçi görünümüne bütün tanrılar gülüp, alay etmişler. Doğatanrıcılığın kurucusu olan Stoa düşünürleri, onun bütünlüğünü daha akıllıca yorumlayarak, onu evrensel bütünlüğün simgesi saymışlardır. Pan'ın genel yapısı Oğlak burcuyla çok özdeşleştirilmiştir.

Kova Burcu Endiku ve Gula : En eski Sümer tanrıçalarından biri olan Canverici Tanrıça Gula (Aquarius), ismi Kova takımyıldızına verilmiştir. Hammurabi yasalarının başında o yasalara uymayanların Gula tarafından şifasız hastalıklarla cezalandırılacağı yazılıdır. Asurlular, ona ellerini havaya kaldırarak dua ederlermiş. Babil Kralı Nabu-Naid de uzun yaşayabilmek için ömrü boyunca ona yalvarmış. Kova Burcunu simgeleyen mitolojik esintiler, çeşitli uygarlıklarda ayrı ayrı yorumlanmıştır. Bunlardan biri ; Gılgamış'ın arkadaşı olan Enkidu ya da Endiku, kendisinin de bir hayvan-insan olması nedeniyle hayvanların koruyucusudur. Ve Gılgamış Destan'ın da bir öküzü yıkarken, su verirken betimlenmiştir. Öte yandan yine Babil'de Tanrıça Enki (Ea) elinde bir kova ile su dökerken resmedilmiştir. Bir diğer mit.te ise Kadim Mısır'ın tanrılarından Hapi'nin Kova burcunun simgesi sayılmasıdır. Hapi Kadim Mısır'da, ölülerin iç organlarını korumakla görevli bir tanrı diye geçer. Kova burcunla ilişkisi ise elinde tutuğu camdan iki kapta bulunan Nil Nehrinin sularını toprağa boşaltırken resmedilmesine yormaktayız. Kova burcunun yöneticisi olan Uranüs, Yunan mitolojisinin ilk erkek tanrısıdır.

Balık Burcu ve Cupido :
Balık Burcunun duygusallığı,idealistliği ve güzelliği kendisiyle özdeşleştirilen ve bu burcun yöneticisi konumunda olan Denizler Tanrısı Neptün'e eş tutulmuştur. Yunan etkisinden önce yağmur ve kaynak tanrısı olan Neptün,İtalya'nın en eski tanrılarından biridir. Roma mitinde Aşk Tanrısı olarak geçen Venüs ve Cupido, yunan mitinde karşımıza Afrodit ve Eros olarak çıkarlar. Venüs'ün ya da Afrodit'in Aşk Tanrıçalıkları çeşitli rivayetlere konu olarak ta günümüze kadar gelebilmiştir. Aynı durum Eros içinde geçerlidir. Aşk tanrı ve tanrıçalarının tek amaçları vardır; kişilerin birbirlerini sevmesi ve sayması. Ve bunun içinde ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Bazen biraz gaflar yapsalar da hayat onların bu hoş sayılabilecek oyunlarıyla çok daha renkli olabilmektedir. Hele hele Aşk Tanrısı Cupido'nun yaptıkları bazen o denli karışıklıklar çıkarır ki,ortalığı düzeltebilene doğrusu ! Venüs ve Cupido'nun Tanrı Typhın'dan kaçmaya çalışmaları ve denize dalmaları,Tanrılar tanrısı Zeus'un da bu durumu görerek bu anın hatırlanması için yani kendilerini balığa dönüştürmelerinin hatırlanabilmesi için o anki yükselen takım yıldızına Balık Burcu adını takar.

efsane örnekleri

KÖROĞLU EFSANESİ
Bolu beyi, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta usta olan seyisi Yusuf'u, güzel ve cins 'at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde yaşayan aygırlardan olan taylar çok makbuldür, iyi cins at olur.

Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şimdilik gösterişi yoktur. Hatta, çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu biliyor. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı görünce çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf'un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır. Bolu Beyi'nden öc alacağını söyler.

Baba Qğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar geçer. Tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgar gibi koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf'un oğlu Ruşen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur .O da her türlü şövalyelik oyunlarım öğrenmiş pir babayiğittir.

Bir gece Yusuf, düşünde Hızır'ı götür. Hızır ona yapacağı işi söyler. Hızır'ın önerisiyle baba oğul yola çıkarlar. Bingöl dağlarından gelecek üç sihirli köpüğü Aras ırmağında beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf' un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.

Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, babasına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğrenince üzülür, ama bir yandan, da sevinir. Kendi yerine oğlu, öcünü alacak bir bahadır olacaktır. Bu sihirli köpüklerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğluna öç almasını vasiyet ederek ölür.

Körün oğlu Ruşen Ali d:ağa çıkar .Gelen geçeni soyar. Ünü yayılmaya başlar .Kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlarlar. Artık adı Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel'de, bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel'de geçen kervanlardan bac alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönderilen orduları bozguna uğratır.

Bir gün, güzelliğini duyduğu Üsküdar Kasapbaşı'sının oğlu Ayvaz'ı kaçırır, Çamlıbel'e getirir, evlat edinir. Başka bir gün, Bolu Beyi'nin bacısı Döne Hanım'ı kaçır'ır, evlenirler. Aradan yıllar geçer, Bolu'yu basar, yakar, yıkar. Bolu Beyi'nden babasının öcünü alır. Bolu Beyi de Köroğlu'na karşı düzenler kurar. Bir defasında Köroğlu'nu, başka bir seferde de Ayvaz'ı yakalatır. Zindana atar. Ama, Köroğlu ve adamları her zaman hile ve cenkle kurtulurlar.

Köroğlu, ara sıra Gürcistan, Çin gibi uzak ülkelere de seferler açar. Yeni yeni serüvenlere atılır, büyük vurgunlar yapar. Bu arada küçük, fakat heyecanı birçok olay da geçer. Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çıkınca eski bahadırlık geleneği bozulur, dünyanın tadı kalmaz. Ve bir gün Köroğlu, beylerine dağılmalarını söyleyerek Kırklara karışır, kaybolur. Daha önceden Kır-At da sır olmuştur. O Kır-At ki, nice yıllar, olağanüstü bir güçle Köroğlu'na hizmet etmiştir.
Başka bir söylentiye göre, bir Yahudi bezirganın getirdiği tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroğlu, buna üzülerek kayıplara karışır. Yine bir başka sôylentiye göre de, Köroğlu dağda rastladığı çobanda tüfeği görür. Sorar, ne olduğunu. Aldığı karşılığa inanmaz. Denemek için kendine çevirir, tetiğe dokunur. Ve yaralanarak ölür. Sonra beyleri de dağılırlar.
Yaşlı bir çınar gibi devrilen Köroğlu'nun hikayesi sona erer.

ÇAKICI EFE
EFSANE ÖRNEKLERİ
Albat Dağı Ejderhası
Eteğinde Ortanca Çeşme'nin bulunduğu Albat Dağı'ndan, bir ejderha çıkmış. Bu çeşmeye kimseyi yaklaştırmayarak, insanları susuz bırakmış.

İnsanların çaresizliği karşısında, şehrin beyi eline iki yanı keskin bir kılıç alarak, bu ejderhayı öldürmeye gitmiş. Bey kılıcını iki eliyle ve enine tutmuş. Ejderha burnundan alevler saçarak, derin soluklarla beyi içine çekip yutmuş. Beyin elinde enine tuttuğu, iki tarafı da kesici kılıç, ejderhayı ağzından, kuyruğuna kadar ikiye parçalayıp öldürmüş.

Bey konağına dönünce, bahçesindeki havuzu sütle doldurtup, hemen soyunarak içine girmiş. Havuzdaki süt ejderhanın, beye bulaşan zehiri nedeniyle bir anda kesilip, çökelekleşmiş. Bey, süt kesilmeyene kadar, bu süt banyosunu sürdürerek, ejderhanın zehirinden arınmış.

Kaynakça: Silvan Tevfik Dabakoğlu Terzi Babasından

HZ. NUH (S.A.)
1.Hz. Nuh hakkinda genel bilgiler
Nuh aleyhisselam, Idris aleyhisselam'dan sonra gelen peygamberdir. Peygamberlerin büyükleri olan ve kendilerine « Ülü'l-azm 2.Hz. Nuh'un hayati
Hz. Nuh, Idris aleyhisselamin göge cikarildiktan sonra azan insanlara peygamber olarak gönderildi. Insanlar putlara tapmaya basladi. Cenab-i Hak bunun icin Nuh aleyhisselami peygamber olarak gönderdi. O zaman 50 yasinda idi. Yillarca insanlari dine davet etti, putlara tapinmaktan sakindirdi ve Allahü Tealaya ibadet etmelerini söyledi. Ama Nuh aleyhisselama kendi oglu Yam yani Ken'an bile iman etmedi, hatta alaya alip iskence ettiler: « Andolsun ki Nuh'u elci olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim ! Allah'a kulluk edin, sizin ondan baska tanriniz yoktur. Dogrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabindan korkuyorum 3. Nuh suresi
Nuh suresi Mekke'de nazil olup 28 ayettir. Hatt-i Osman'a göre 71. suredir. Nuh aleyhisselamin kavmine gönderilisini ve Nuh tufanini anlattigi icin sureye bu ad verilmistir. Peygamberimiz (s.a.v)'de Hz. Nuh hakkinda: « Nuh (aleyhisselam) 'Bismillah' ve 'Elhamdülillah' demeden büyük olsun, kücük olsun herhangi bir is yapmazdi. Bu sebeple Allahü Teala onu 'Cok sükredici bir kul' olarak isimlendirdi

efsane örnekleri

KÖROĞLU EFSANESİ
Bolu beyi, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta usta olan seyisi Yusuf'u, güzel ve cins 'at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde yaşayan aygırlardan olan taylar çok makbuldür, iyi cins at olur.

Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şimdilik gösterişi yoktur. Hatta, çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu biliyor. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı görünce çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf'un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır. Bolu Beyi'nden öc alacağını söyler.

Baba Qğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar geçer. Tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgar gibi koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf'un oğlu Ruşen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur .O da her türlü şövalyelik oyunlarım öğrenmiş pir babayiğittir.

Bir gece Yusuf, düşünde Hızır'ı götür. Hızır ona yapacağı işi söyler. Hızır'ın önerisiyle baba oğul yola çıkarlar. Bingöl dağlarından gelecek üç sihirli köpüğü Aras ırmağında beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf' un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.

Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, babasına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğrenince üzülür, ama bir yandan, da sevinir. Kendi yerine oğlu, öcünü alacak bir bahadır olacaktır. Bu sihirli köpüklerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğluna öç almasını vasiyet ederek ölür.

Körün oğlu Ruşen Ali d:ağa çıkar .Gelen geçeni soyar. Ünü yayılmaya başlar .Kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlarlar. Artık adı Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel'de, bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel'de geçen kervanlardan bac alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönderilen orduları bozguna uğratır.

Bir gün, güzelliğini duyduğu Üsküdar Kasapbaşı'sının oğlu Ayvaz'ı kaçırır, Çamlıbel'e getirir, evlat edinir. Başka bir gün, Bolu Beyi'nin bacısı Döne Hanım'ı kaçır'ır, evlenirler. Aradan yıllar geçer, Bolu'yu basar, yakar, yıkar. Bolu Beyi'nden babasının öcünü alır. Bolu Beyi de Köroğlu'na karşı düzenler kurar. Bir defasında Köroğlu'nu, başka bir seferde de Ayvaz'ı yakalatır. Zindana atar. Ama, Köroğlu ve adamları her zaman hile ve cenkle kurtulurlar.

Köroğlu, ara sıra Gürcistan, Çin gibi uzak ülkelere de seferler açar. Yeni yeni serüvenlere atılır, büyük vurgunlar yapar. Bu arada küçük, fakat heyecanı birçok olay da geçer. Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çıkınca eski bahadırlık geleneği bozulur, dünyanın tadı kalmaz. Ve bir gün Köroğlu, beylerine dağılmalarını söyleyerek Kırklara karışır, kaybolur. Daha önceden Kır-At da sır olmuştur. O Kır-At ki, nice yıllar, olağanüstü bir güçle Köroğlu'na hizmet etmiştir.
Başka bir söylentiye göre, bir Yahudi bezirganın getirdiği tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroğlu, buna üzülerek kayıplara karışır. Yine bir başka sôylentiye göre de, Köroğlu dağda rastladığı çobanda tüfeği görür. Sorar, ne olduğunu. Aldığı karşılığa inanmaz. Denemek için kendine çevirir, tetiğe dokunur. Ve yaralanarak ölür. Sonra beyleri de dağılırlar.
Yaşlı bir çınar gibi devrilen Köroğlu'nun hikayesi sona erer.

ÇAKICI EFE
EFSANE ÖRNEKLERİ
Albat Dağı Ejderhası
Eteğinde Ortanca Çeşme'nin bulunduğu Albat Dağı'ndan, bir ejderha çıkmış. Bu çeşmeye kimseyi yaklaştırmayarak, insanları susuz bırakmış.

İnsanların çaresizliği karşısında, şehrin beyi eline iki yanı keskin bir kılıç alarak, bu ejderhayı öldürmeye gitmiş. Bey kılıcını iki eliyle ve enine tutmuş. Ejderha burnundan alevler saçarak, derin soluklarla beyi içine çekip yutmuş. Beyin elinde enine tuttuğu, iki tarafı da kesici kılıç, ejderhayı ağzından, kuyruğuna kadar ikiye parçalayıp öldürmüş.

Bey konağına dönünce, bahçesindeki havuzu sütle doldurtup, hemen soyunarak içine girmiş. Havuzdaki süt ejderhanın, beye bulaşan zehiri nedeniyle bir anda kesilip, çökelekleşmiş. Bey, süt kesilmeyene kadar, bu süt banyosunu sürdürerek, ejderhanın zehirinden arınmış.

Kaynakça: Silvan Tevfik Dabakoğlu Terzi Babasından

HZ. NUH (S.A.)
1.Hz. Nuh hakkinda genel bilgiler
Nuh aleyhisselam, Idris aleyhisselam'dan sonra gelen peygamberdir. Peygamberlerin büyükleri olan ve kendilerine « Ülü'l-azm 2.Hz. Nuh'un hayati
Hz. Nuh, Idris aleyhisselamin göge cikarildiktan sonra azan insanlara peygamber olarak gönderildi. Insanlar putlara tapmaya basladi. Cenab-i Hak bunun icin Nuh aleyhisselami peygamber olarak gönderdi. O zaman 50 yasinda idi. Yillarca insanlari dine davet etti, putlara tapinmaktan sakindirdi ve Allahü Tealaya ibadet etmelerini söyledi. Ama Nuh aleyhisselama kendi oglu Yam yani Ken'an bile iman etmedi, hatta alaya alip iskence ettiler: « Andolsun ki Nuh'u elci olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim ! Allah'a kulluk edin, sizin ondan baska tanriniz yoktur. Dogrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabindan korkuyorum 3. Nuh suresi
Nuh suresi Mekke'de nazil olup 28 ayettir. Hatt-i Osman'a göre 71. suredir. Nuh aleyhisselamin kavmine gönderilisini ve Nuh tufanini anlattigi icin sureye bu ad verilmistir. Peygamberimiz (s.a.v)'de Hz. Nuh hakkinda: « Nuh (aleyhisselam) 'Bismillah' ve 'Elhamdülillah' demeden büyük olsun, kücük olsun herhangi bir is yapmazdi. Bu sebeple Allahü Teala onu 'Cok sükredici bir kul' olarak isimlendirdi

ANADOLU’DA BAŞLAYAN BİR ÖYKÜ: SİKKE

Sikke, her tür malla özdeşleşebilen paranın yarattığı karmaşayı ortadan kaldırdı. Tarihte ilk sikkeler, Lidya’da altın-gümüş alaşımı olan doğal elektrumdan yapılmıştı ve bakla biçimindeydiler.
Para, hep vardı. Bazen bir tavuk, birkaç avuç buğday, kilden yapılmış bir kap, bir öküz ... ama hep vardı. Bazen taşımak zordu, bazen korumak, bazen de parçalara ayırmak... Sonra en kolay bölünebilir, taşınabilir ve korunabilir olanın madenler olduğunu düşündü biri... Madenler, para oldu... Sonra en değerliler, yani en az bulunanlar, en az bozulanlar, yani altın ve gümüş... Ufak gümüş parçaları, kırılmış gümüş takılar, altın parçaları... Antik Ege dünyasında ufacık, 8,5 gram gelen bir parça çubuk ya da yüzük, bir öküze bedeldi. Hatta Latince’deki para kelimesi, “pecunia”, hayvan anlamına gelen “pecus”tan türemişti işte... Sonra Asurlular, bütün bu ortada dolaşan şekilsiz parçalara üstünden bastırdılar, altından bastırdılar, kenarlarını yuvarladılar, bir şekil verdiler; onlar artık disk biçimindeydi. Üstüne krallarının adını yazdılar: Barrekub... Ama bütün bu keşmekeşe asıl noktayı Lidyalılar koydu. Onlar, sikkeyi yarattılar...

Sikke, “ağırlığı ayarlanmış, kendisini darbedip tedavüle çıkaran ve üzerinde istendiğinde tekrar geri almayı taahhüt eden yetkili idarenin ya da devletin arma veya işaretini taşıyan, yuvarlak, ufak bir metal parçası”ydı. Paradan ne farkı mı vardı? Sikke, her tür malla özdeşleşebilen paranın yarattığı karmaşayı ortadan kaldırdı; alışverişlerde standartlaşmayı yarattı. Kısaca her sikke, paraydı; ama her para sikke değildi.

Tarihte ilk sikkeler, Lidya’da altın-gümüş alaşımı olan doğal elektrumdan yapılmıştı ve bakla biçimindeydiler. İlk zamanlar düz, sonra çizgili, sonra resimli sikkeler, Krezus döneminde saf altından da basılmaya başladı.

Önceleri çubuk halinde dökülen altından kesilen sikke pulları, daha sonra altının eritilerek yuvarlak sığ kalıplara dökülmesiyle elde edildi. Sikkenin kalıbı örs üzerine ters ve iç bükey olarak kazınan ön yüz kalıbıydı. Altın pul, örs üzerindeki kalıba konduktan sonra, ıstampa tam pulun üzerine getirilir; çekiçle vurularak, kalıptaki resmin pula dış bükey olarak çıkması sağlanırdı.

Sonraları ıstampanın alt yüzü de arka yüz kalıbı olarak hazırlandı ve sikke pulunun her iki yüzüne de resim çıkması sağlandı. Antik dünyada bir kalıptan yaklaşık 15 bin sikke basılabiliyordu.

Batı Anadolu’da Lidyalılar tarafından M.Ö. 7. yüzyılın ikinci yarısında icat edilen sikke, çok kısa bir süre içinde bütün Ege ve Batı Akdeniz’e yayıldı. Aristokrat kesim tarafından basılan ilk sikkeler, aslında gündelik ticaretten çok askerlerin maaşlarının ödenmesi için kullanıldı.

Sikkeyi icat eden Lidyalılardı; ama ona gerçek kimliğini ve kullanım biçimini kazandıran Grek kültürünün etkisinde gelişen Batı Anadolu’daki İonya kent devletleri oldu. Bu yüzden de neredeyse bütün arkaik, klasik ve helenistik çağlarda Cebelitarık Boğazı’ndan Kuzeybatı Hindistan’a kadar tüm Akdeniz dünyasında kullanılan çeşitli sikkeler “Grek sikkeleri” olarak tanındı. Elbette bu kadar geniş bir alanda basılan sikkeler, birbirinin aynı değildi. Basım tekniği ve şekilleri benzese de her siyasal toplum kendi sikkelerini bastı. Sikkenin üzerinde basıldığı yörenin, halkın, tanrılarının figürleri veya bitki ve hayvan resimleri yer alırdı. Bununla da bitmezdi. Sikkelerin üzerinde o halkın veya hükümdarın adı, sikke basımından sorumlu memurun adı, sikke tipini açıklayıcı bilgi, kalıpçısının adı, tarih ve birimi de yazardı. Geçmişin sikkelerine baktığımızda bugün o sikkenin ait olduğu toplumun kültürünü, dinsel, askeri ve sosyal yapısını, hatta o sikkeyi basan devlet, toplum veya kişilerin özelliklerini de görebilmemiz bu yüzden.

Anadolu topraklarındaki arkeolojik kazılarda bulunan sikkelerin çeşitliliği, burada egemenlik kuran devletlerin çeşitliliğine ışık tutarken, sikkelerde meydana gelen farklılıklar da üretim teknolojisindeki değişimleri anlatıyor. Örneğin Sasaniler döneminde 220 yılından sonra İran’da kullanılan ince kalıp, Bizans’ta da benimsendi. İnce kalıplarla hem daha ince paraların yapılması hem de bunların üstündeki kabartmaların daha alçak tutulması mümkün oldu. Bu yöntem, Bizans aracılığı ile Avrupa ülkelerine de geçti ve oralarda da benimsendi.

Anadolu Selçuklu devleti döneminde Bizans ve İslam ülkelerine ait sikkeler Anadolu’da geçiyordu. Ancak elbette Selçuklular, siyasi ve ekonomik yükselişleriyle birlikte kendi altın ve gümüş sikkelerini yarattılar. Bu dönemde ilk altın sikke, II. İzzeddin Kılıçarslan zamanında basıldı. Ayarlarının yüksekliği nedeniyle yabancı ülkelerde aranan Anadolu dinar ve dirhemlerinin, Beylikler Dönemi’nde yurt dışına çıkarılması yasaklandı.

12.,13. ve 14. yüzyıllarda Anadolu’da egemen olan Türkmen devletleri kendilerine ait sikkeler darp ettikleri gibi, beyler arasında yapılan anlaşmalara göre bazen birinin, diğerinin üstünlüğünü kabul ettiğini göstermek için, bazen de paraları her iki ülkede geçsin diye ortak sikkeler de kestirdiler. Böyle ortak üretilen sikkelerde bir yüz bir devlete, diğer yüz diğer devlete aitti. Selçuklu-Eyyübi, Selçuklu-Ermeni, Artuklu-Selçuklu, Artuklu-Eyyübi, Cezire Atabeki-Selçuklu, Artuklu-Selçuklu-Eyyübi, Zengi-Eyyübi ve Osmanlı-Saruhanoğlu devletlerine ait ortak sikkeler belli sürelerde egemen oldular, kullanıldılar.

Osmanlılar’da ise sikkenin adı değişti; akçe oldu. Aslında ilk Osmanlı gümüş akçesinin 1326 yılında Orhan Gazi adına basıldığı kabul edilmesine karşın, babası Osman Gazi döneminde basılmış bir parçanın bulunması bu yaygın kanıyı değiştirdi. Akçe, Osmanlılar’ın para birimi olarak 15. yüzyıla kadar değerinden hiçbir şey kaybetmeden geldi. Önceleri akçelerini Anadolu’daki İlhanlı baskısı yüzünden İlhanlı tarzında bastıran Orhan Gazi, Vali Timurtaş’ın ölümünün ardından sadece kendi adının ve kısa bir duanın bulunduğu farklı bir tarzda kestirmeye başladı.

Uzun dua cümlelerine rastlanmayan Osmanlı sikkelerinde sultanın ve babasının adı, darphanenin adı ve darp tarihi rakamla yazılmış olarak bulunur. Bir de “Mülkü devamlı olsun” ya da “ Yardımı aziz olsun” gibi kısa dualar yer alır. Darp yeri, ilk kez Orhan Gazi Bursa’yı aldıktan sonra yazılmaya başlandı.

I. Murad zamanında akçelerin yanı sıra mangır denen bakır sikkeler de piyasaya çıktı. Daha çok yöresel kullanım için ve akçenin alt birimi olarak darbedilen mangırlar, çok çeşitli ve zengin süsleme motifleriyle Osmanlı sikkelerinin belki de en özgün örneklerini oluşturdular.

Anadolu’da kaosun egemen olduğu Fetret Devri’nde Yıldırım Beyazıd’ın oğullarından Emir Süleyman’ın sikkelerinde sultanın ve babasının isimleri birarada nakış gibi işlendi akçelerin üzerine ve Osmanlı’ya özgü tuğra, ilk kez kullanıldı.

Sultani olarak bilinen ilk Osmanlı altınını ise Fatih Sultan Mehmed 1447’de bastırdı. 1625’te alınan “tashih-i sikke” kararından sonra kuruş, 1640’ta da para adı verilen metal paralar basıldı. 1687’de ise sikkelerin hepsine darphane damgası vurulması kararlaştırıldı.

18. yüzyılın başında Osmanlı devletinde cedid, islambol, şerifi gibi yerli altın paraların yanı sıra, yaldız, frengi, esedi, zolata, abbasi, tümen gibi yabancı altın ve gümüş paralar da piyasadaydı. 18. yüzyılın ikinci yarısında “zer-i mahsub” serisi altın, ikilik, üçlük, beşlik ve onluklar çıkartılırken, paraların üzerine “duribe fi Konstantiniye” yerine “duribe fi İslambol” ifadesi yazıldı.

II. Mahmud, son yıllarında Osmanlı sikkelerinin basımı ve birimleri konusunda köklü yenilikler gerçekleştirdi. Abdülmecid ise 1840’ta çıkardığı bir fermanla bütün metal paraların yenilenmesini istedi. Darphane’de sarkaç sistemine geçilirken, 22 ayar yüzlük serisi altın ve gümüş Mecidiyeler çıkarıldı. Bakır sikkeler de 5, 10, 20 ve 40 para olarak basıldı. 1863 yılında Osmanlı Bankası’na banknot çıkarma yetkisi verildi.

İmparatorluğun son döneminde, 26 Mart 1916’da çıkarılan Tevhid-i Meskukat Kanunu’yla Osmanlı metal paraları altın, gümüş ve nikel olarak belirlendi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında ise yine Osmanlı metal paraları sürümdeydi. Ancak 1924 ve 1925’te çıkarılan yasalarla altın ve gümüş para sistemine son verildi; ve sikke tarihe karıştı.


 

RESİMLİ DEFİNE İŞARETLERİ KATALOĞU-2

DAMA TAŞI
   
Birinci Yorum :Dama taşları olarak bilinen bu figür Matematiksel bir hesaplama gerektirir. Kesin  çözülmüş bir  sistem değildir.Başka bir yardımcı işaret ile daha anlamlıdır. Genellikle yer altındaki  tünel veya geçit noktalarının değişmez simgesidir. Eşkiya gömülerine  yakın duruluyor olabilir. Her halükarda insanların yaşadığı bölgeleri  işaret ettiğinden dikkate alınmalıdır.

İkinci Yorum :Serüvenli  ve dolambaçlı bir yolun ifadesidir. Bu işaret yer altı labirent veya  geçit noktalarının değişmez simgesidir. Yer altındaki yaşamı da  müjdeler. Ancak bu işaret tek başına defineye ulaşmak için yeterli  olmayıp, farklı bir nişane daha aramak gerekir.

DEĞİRMEN TAŞI   

Genellikle taşın altı araştırılır.Taşın 2 metre kadar altına bakılır.
Ancak  "Taşın yakın çevrede yuvarlak bir kayanın altında Doğuya bakan kısımda  para veya altın saklıdır." şeklinde yorumlandığı da görülmektedir.

Başka Bir Görüş :Toprak altında bulunurlar ve altında mutlaka müjdesi olup, ağzı aşağı  küpler ile aynı şifrededirler.

Ana parası güney batı yönünde 7-9 metre  mesafededir.

DELİKLİ KAYANIN ANLAMI


Güzel  bir nişane olup rahat bulunabilecek bir gömüdür. Bakmak anlamına gelir.  Bakarsan bulursun demek istiyor. Kendisinden sonra mutlaka bir ya da  iki işaret daha bulunması gerekir.  Göz deliğin büyük tarafına yaslanır.  Yani geniş olan tarafıntan bakılır. Türbinden bakıyormuşsun gibi bir  durumdur. Gözün gördüğü alan iyice incelenmeli işaretli bir kaya,  çukurlaşmış bir yer ya da tümsek gibi bir yer bulmaya çalışılmalı.  Bulacağınız herhangi bir nişane definenin saklandığı noktadır.

DEVE   
 
Birinci Yorum :Oyma  ya da kabartma deve resimleri kesin define olarak yorumlanır. İleri  doğru git anlamına gelir, üstte bulunan murç işareti zaten yönü  vermektedir. Genelde ortalama 40 ila 50 adım ilerisinde ikinci bir  işaret daha aranmalı.
1-  Duran Deve : Gömüsü olduğu yerdedir. Kalın ve büyük olan ayağın baktığı  yön dikkate alınır. Deve yüklü ise konaklama yeri ara (pınar, çeşme han  gibi). Mağara içinde deve  varsa definesi mağara içindedir.
2- Oturan Deve:Gömüsü bataklık, kayaya ya da mağaraya gömülmüştür.
3- Yürüyen Deve : Gömünün daha ilerde, duran deve gömünün hemen orada olduğu şeklinde bir  yorumla açıklanmaktadır. Devenin üzerinde yük varsa yakında gömü olduğu  iddia edilmektedir.Deve  resim veya figürleri çok çeşitlidir. Yürüyen, duran, ayağı havada,  kafası havada, hörgüçlü, hörgüçsüz, tek hörgüçlü, çift hörgüçlü vs.dir.  Deve belli bir hazineyi veya değerli eşyaları simgeler. Çok iyi  incelenmeli diğer figürlerle birlikte düşünülmeli ve çözümlenmelidir.  Develer para anlamı taşıdığı gibi deve ile taşınabilecek eşyaları da  simgeler.

İkinci Yorum :1- Deve oturuyor ise anlamı: Bu durumda  define saklantısı kesinlikle işarete yakın bir yerdedir. İkinci bir  işareti bulmak kaçınılmaz olmuştur. Bu işaret bir taş, bir çukur, bir  yükselti veya bir ağaç yanı olabilir.
2- Deve yürür halde ise : Takip  edilmesi gereken bir mesafeden söz edebiliriz. Devenin yürüyüş yönünde  düz bir çizgi üzerinde araştırma yapılmalıdır. İkinci bir işaret  aranmalı. Bu işaret devenin oturuyor hali olabileceği gibi haç  (istavroz),mezar oyması, kayaya monte edilmiş oyuk, yemin işareti olan  çarpı veya nal benzeri bir işaret olan omega işareti olabilir.
3- Bahsi geçen ikinci işaret arazi şartlarına göre 11, 21 veya 40 adımda bulunabilir.
Deveyi  çeken bir çoban veya merkep işareti varsa ve zincir halkaları  sayılabilir durumda ve zincir gergin ise bu zincir halkaları kadar adım  mesafede iyi bir araştırma gerektirir.
4- Çoban veya merkeple deve  arasındaki zincir gergin değil U harfi biçimindeyse çevrede bir yer  gömüsü vardır. Üzeri çakıl veya molozla kaplanmıştır.
5- Çobanın veya devenin üzerinde bazı işaretler bir rakam sistemini işaret ediyor olabilir.
6-  Devenin hörgücü çok özentili yapılmışsa bu bir tümülüsü ifade ediyor  olabilir. Burada küçük tümülüslerden bahsediyoruz. Hörgüç tekli ise tek  tümülüs vardır. İki tane ise iki tümülüs vardır. Bunlardan biri  sahtedir. Hörgücün yapısı küçük tümülüsün yapısı hakkında çok öenmli  bilgiler içeriyor olabilir.
7- Devenin üzerinde yük varsa mutlaka defineye işarettir. Burada han, çeşme, pınar, yol ayırımı vb. şeyler aranmalısır.
8- Mağara içindeki deve figürü mağaradaki definenin varlığına işarettir.

DOĞAN - ŞAHİN - KARTAL

   
Doğan  ya da şahin yırtıcıdır, görme kabiliyeti gelişmiştir. Avını yakalar ve  ayakları arasına alır öyle yer. Büyük ihtimalle eşkıya ya da savaş  gömüleridir. Gömüsü genelde kapalı mekanlar içinde olur. Baktığı  istikamet önemlidir. Şahin ya da doğan avını nasıl yiyorsa bizim de o  şekilde gömüyü aramamız gerekir. Yani ayakların altına bakacağız. Sonuç  alamazsak baktığı yönde  araştırma yapacağız. Kesin define işaretidir.  Bu arada tuzakları göz ardı etmemek gerekir.
1-Kartalın  kafası üzerinde  istavroz varsa   Bizans  gömüsüne işaret eder. Kral mezarı olabilir.
2-Kartalın  kanadı açıksa ölen  kişinin anısına yapılan gömüdür. Mezar hediyesi  vardır. Mezar güçlü birine ait ise kişisel eşyalarına ulaşılabilir. Ama  bununla birlikte çevresindeki mezar boş da olabilir.
3-Kanatları kapalı ise tünemiş şekilde ise gömüsü kapalı bir mağara içindedir.
4- Kartal sembolünün olduğu yerde  gömü kaya  içinde  aranmalıdır.
5- Kartalın ayaklarının altındaki kaya  önemlidir.
6- Çevredeki kayalar  itina ile  araştırılmalı değişik yapıdaki kayalarda araştırma  yapılmalı.
7- Kartalın baktığı istikamette veya kuyruğunun gösterdiği istikamette araştırma yapılmalıdır.
8-Başının üzerinde olan haç işareti yemin veya teyit anlamındadır.
9-Oyma kartal çok anlamlı değildir.

DOMUZ    

Definecilikte  en çok önem verilen işaretlerden biri domuz ve yavrularıdır. Ayrıca  dinsel tema olarakta kullanılmıştır. Domuz doğurganlığı ile  bilinmektedir. Bereketi de simgeler. Beyaz domuzun gümüşü simgelediği  söylenegelen rivayetlerdendir.

1-Domuzun yavrular resmedilmişse  ve yavrular ana domuzun etrafında dağınık olarak duruyor iseler büyük  domuzun baktığı yönde 30 adım sayılmalıdır. Define genellikle mirastır.  Ya aile reisinin yada bir yöneticinin altınlarıdır.
2-Domuz önde yavrular peş peşe sıralı ise tümünün baktığı yöne doğru araştırma yoğunlaşmalı.
3-Yavrulardan  bir tanesi diğerlerinden farklı olarak arkaya bakıyorsa gömü sürünün  gittiği istikametin tersi istikametinde her yavru için bir veya on adım  mesafede olup, genelde kayanın altına denk  düşmektedir. Mesela dört  yavru varsa gömü ya dört adım ileride yada kırk adım ileride olup, derin  mesafededir. Bazen bu figür geriye doğru 30 metre mesafede kayanın  altında şeklinde de ifade edilir.
4-Roma iktidarı döneminde ölümsüzlük ile bütünleştirilmiş olup, kanatlı olarak görülebilmektedir.
5-Domuz gömüsü zor ve derindedir. Bir bakıma tavuk ve civcivler konusu ile benzerlik gösterir. 

DİRGEN         



Dirgen  bir tarım aletidir. Harman gibi düz bir alan yerde araştırma yapılmalı,  düz bir kaya varsa tam o noktaya yönelmek gerekir. Unutmayın gömüler  neredeyse hepsi kaya içine saklanmıştır. Önce kaya ve kaya altlarını  kontrol ediniz.Eğer böyle bir kaya yoksa o zaman toprak üstünde  ya çukur bir yer ya da tümsek gibi bir yer arayınız, tümsek ufak çakıl  yığını olacaktır. Dirgen derecesi kral gibi olmayan bir idarecinin  gömüsü ya da mezarıdır. Sap kısmını ölçünüz 1 cm bir adımdır. Sapın  baktığı yöne doğru gidiniz ve bu alan içinde araştırma yapınız.
Başka Bir Yorum : Şimşek işaretidir. Kül olmayı temsil eder. Yakılarak gömülme anlamında ipucu olabilir.


EJDERHA

Korku sembolü olarak kullanılmaktadır.Dinazor ve ince kertenkele şeklinde verilmiştir.Bütün hayvanların gömüsü kendisidir.Gerdanlığı sağlamsa mal alınmamıştır demektir.


 

RESİMLİ DEFİNE İŞARETLERİ KATALOĞU-2

DAMA TAŞI
   
Birinci Yorum :Dama taşları olarak bilinen bu figür Matematiksel bir hesaplama gerektirir. Kesin  çözülmüş bir  sistem değildir.Başka bir yardımcı işaret ile daha anlamlıdır. Genellikle yer altındaki  tünel veya geçit noktalarının değişmez simgesidir. Eşkiya gömülerine  yakın duruluyor olabilir. Her halükarda insanların yaşadığı bölgeleri  işaret ettiğinden dikkate alınmalıdır.

İkinci Yorum :Serüvenli  ve dolambaçlı bir yolun ifadesidir. Bu işaret yer altı labirent veya  geçit noktalarının değişmez simgesidir. Yer altındaki yaşamı da  müjdeler. Ancak bu işaret tek başına defineye ulaşmak için yeterli  olmayıp, farklı bir nişane daha aramak gerekir.

DEĞİRMEN TAŞI   

Genellikle taşın altı araştırılır.Taşın 2 metre kadar altına bakılır.
Ancak  "Taşın yakın çevrede yuvarlak bir kayanın altında Doğuya bakan kısımda  para veya altın saklıdır." şeklinde yorumlandığı da görülmektedir.

Başka Bir Görüş :Toprak altında bulunurlar ve altında mutlaka müjdesi olup, ağzı aşağı  küpler ile aynı şifrededirler.

Ana parası güney batı yönünde 7-9 metre  mesafededir.

DELİKLİ KAYANIN ANLAMI


Güzel  bir nişane olup rahat bulunabilecek bir gömüdür. Bakmak anlamına gelir.  Bakarsan bulursun demek istiyor. Kendisinden sonra mutlaka bir ya da  iki işaret daha bulunması gerekir.  Göz deliğin büyük tarafına yaslanır.  Yani geniş olan tarafıntan bakılır. Türbinden bakıyormuşsun gibi bir  durumdur. Gözün gördüğü alan iyice incelenmeli işaretli bir kaya,  çukurlaşmış bir yer ya da tümsek gibi bir yer bulmaya çalışılmalı.  Bulacağınız herhangi bir nişane definenin saklandığı noktadır.

DEVE   
 
Birinci Yorum :Oyma  ya da kabartma deve resimleri kesin define olarak yorumlanır. İleri  doğru git anlamına gelir, üstte bulunan murç işareti zaten yönü  vermektedir. Genelde ortalama 40 ila 50 adım ilerisinde ikinci bir  işaret daha aranmalı.
1-  Duran Deve : Gömüsü olduğu yerdedir. Kalın ve büyük olan ayağın baktığı  yön dikkate alınır. Deve yüklü ise konaklama yeri ara (pınar, çeşme han  gibi). Mağara içinde deve  varsa definesi mağara içindedir.
2- Oturan Deve:Gömüsü bataklık, kayaya ya da mağaraya gömülmüştür.
3- Yürüyen Deve : Gömünün daha ilerde, duran deve gömünün hemen orada olduğu şeklinde bir  yorumla açıklanmaktadır. Devenin üzerinde yük varsa yakında gömü olduğu  iddia edilmektedir.Deve  resim veya figürleri çok çeşitlidir. Yürüyen, duran, ayağı havada,  kafası havada, hörgüçlü, hörgüçsüz, tek hörgüçlü, çift hörgüçlü vs.dir.  Deve belli bir hazineyi veya değerli eşyaları simgeler. Çok iyi  incelenmeli diğer figürlerle birlikte düşünülmeli ve çözümlenmelidir.  Develer para anlamı taşıdığı gibi deve ile taşınabilecek eşyaları da  simgeler.

İkinci Yorum :1- Deve oturuyor ise anlamı: Bu durumda  define saklantısı kesinlikle işarete yakın bir yerdedir. İkinci bir  işareti bulmak kaçınılmaz olmuştur. Bu işaret bir taş, bir çukur, bir  yükselti veya bir ağaç yanı olabilir.
2- Deve yürür halde ise : Takip  edilmesi gereken bir mesafeden söz edebiliriz. Devenin yürüyüş yönünde  düz bir çizgi üzerinde araştırma yapılmalıdır. İkinci bir işaret  aranmalı. Bu işaret devenin oturuyor hali olabileceği gibi haç  (istavroz),mezar oyması, kayaya monte edilmiş oyuk, yemin işareti olan  çarpı veya nal benzeri bir işaret olan omega işareti olabilir.
3- Bahsi geçen ikinci işaret arazi şartlarına göre 11, 21 veya 40 adımda bulunabilir.
Deveyi  çeken bir çoban veya merkep işareti varsa ve zincir halkaları  sayılabilir durumda ve zincir gergin ise bu zincir halkaları kadar adım  mesafede iyi bir araştırma gerektirir.
4- Çoban veya merkeple deve  arasındaki zincir gergin değil U harfi biçimindeyse çevrede bir yer  gömüsü vardır. Üzeri çakıl veya molozla kaplanmıştır.
5- Çobanın veya devenin üzerinde bazı işaretler bir rakam sistemini işaret ediyor olabilir.
6-  Devenin hörgücü çok özentili yapılmışsa bu bir tümülüsü ifade ediyor  olabilir. Burada küçük tümülüslerden bahsediyoruz. Hörgüç tekli ise tek  tümülüs vardır. İki tane ise iki tümülüs vardır. Bunlardan biri  sahtedir. Hörgücün yapısı küçük tümülüsün yapısı hakkında çok öenmli  bilgiler içeriyor olabilir.
7- Devenin üzerinde yük varsa mutlaka defineye işarettir. Burada han, çeşme, pınar, yol ayırımı vb. şeyler aranmalısır.
8- Mağara içindeki deve figürü mağaradaki definenin varlığına işarettir.

DOĞAN - ŞAHİN - KARTAL

   
Doğan  ya da şahin yırtıcıdır, görme kabiliyeti gelişmiştir. Avını yakalar ve  ayakları arasına alır öyle yer. Büyük ihtimalle eşkıya ya da savaş  gömüleridir. Gömüsü genelde kapalı mekanlar içinde olur. Baktığı  istikamet önemlidir. Şahin ya da doğan avını nasıl yiyorsa bizim de o  şekilde gömüyü aramamız gerekir. Yani ayakların altına bakacağız. Sonuç  alamazsak baktığı yönde  araştırma yapacağız. Kesin define işaretidir.  Bu arada tuzakları göz ardı etmemek gerekir.
1-Kartalın  kafası üzerinde  istavroz varsa   Bizans  gömüsüne işaret eder. Kral mezarı olabilir.
2-Kartalın  kanadı açıksa ölen  kişinin anısına yapılan gömüdür. Mezar hediyesi  vardır. Mezar güçlü birine ait ise kişisel eşyalarına ulaşılabilir. Ama  bununla birlikte çevresindeki mezar boş da olabilir.
3-Kanatları kapalı ise tünemiş şekilde ise gömüsü kapalı bir mağara içindedir.
4- Kartal sembolünün olduğu yerde  gömü kaya  içinde  aranmalıdır.
5- Kartalın ayaklarının altındaki kaya  önemlidir.
6- Çevredeki kayalar  itina ile  araştırılmalı değişik yapıdaki kayalarda araştırma  yapılmalı.
7- Kartalın baktığı istikamette veya kuyruğunun gösterdiği istikamette araştırma yapılmalıdır.
8-Başının üzerinde olan haç işareti yemin veya teyit anlamındadır.
9-Oyma kartal çok anlamlı değildir.

DOMUZ    

Definecilikte  en çok önem verilen işaretlerden biri domuz ve yavrularıdır. Ayrıca  dinsel tema olarakta kullanılmıştır. Domuz doğurganlığı ile  bilinmektedir. Bereketi de simgeler. Beyaz domuzun gümüşü simgelediği  söylenegelen rivayetlerdendir.

1-Domuzun yavrular resmedilmişse  ve yavrular ana domuzun etrafında dağınık olarak duruyor iseler büyük  domuzun baktığı yönde 30 adım sayılmalıdır. Define genellikle mirastır.  Ya aile reisinin yada bir yöneticinin altınlarıdır.
2-Domuz önde yavrular peş peşe sıralı ise tümünün baktığı yöne doğru araştırma yoğunlaşmalı.
3-Yavrulardan  bir tanesi diğerlerinden farklı olarak arkaya bakıyorsa gömü sürünün  gittiği istikametin tersi istikametinde her yavru için bir veya on adım  mesafede olup, genelde kayanın altına denk  düşmektedir. Mesela dört  yavru varsa gömü ya dört adım ileride yada kırk adım ileride olup, derin  mesafededir. Bazen bu figür geriye doğru 30 metre mesafede kayanın  altında şeklinde de ifade edilir.
4-Roma iktidarı döneminde ölümsüzlük ile bütünleştirilmiş olup, kanatlı olarak görülebilmektedir.
5-Domuz gömüsü zor ve derindedir. Bir bakıma tavuk ve civcivler konusu ile benzerlik gösterir. 

DİRGEN         



Dirgen  bir tarım aletidir. Harman gibi düz bir alan yerde araştırma yapılmalı,  düz bir kaya varsa tam o noktaya yönelmek gerekir. Unutmayın gömüler  neredeyse hepsi kaya içine saklanmıştır. Önce kaya ve kaya altlarını  kontrol ediniz.Eğer böyle bir kaya yoksa o zaman toprak üstünde  ya çukur bir yer ya da tümsek gibi bir yer arayınız, tümsek ufak çakıl  yığını olacaktır. Dirgen derecesi kral gibi olmayan bir idarecinin  gömüsü ya da mezarıdır. Sap kısmını ölçünüz 1 cm bir adımdır. Sapın  baktığı yöne doğru gidiniz ve bu alan içinde araştırma yapınız.
Başka Bir Yorum : Şimşek işaretidir. Kül olmayı temsil eder. Yakılarak gömülme anlamında ipucu olabilir.


EJDERHA

Korku sembolü olarak kullanılmaktadır.Dinazor ve ince kertenkele şeklinde verilmiştir.Bütün hayvanların gömüsü kendisidir.Gerdanlığı sağlamsa mal alınmamıştır demektir.


 

TARİHİ ESER NASIL KORUNUR

Hukukçu, gazeteci ve arkeologlar tarihi eserleri korumanın yasalarla mümkün olmadığını söylerken, müzelerin özel sektöre devredilmesi de dile getiriliyor.

Nereyi kazsan tarih çıkıyor bu ülkede... Binlerce yıldan beri sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış Anadolu toprakları, değeri ölçülemeyecek zenginlikleri barındırıyor çünkü. Peki biz zenginliğimizi ne zaman hatırlıyoruz? Tarihi eser kaçakçılığı gündeme gelince... Tıpkı Karun Hazinesi'ni Kanatlı Denizatı Broşu çalındığında; Kahramanmaraş'taki müzeyi, sikkelerin sahteleriyle değiştirildiğini öğrendiğimizde hatırlamamız gibi. Soru çok... Bu eserlerimizi koruyabiliyor muyuz? Sahiplenip tanıtabiliyor muyuz, nerede yanlış yapıyoruz?.. Hangisinden başlamak gerekiyor, cevaplar neler? İzmir Barosu avukatlarından Murat Fatih Ülkü, tarihi eserlerin korunmasında 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nun temel alındığını anlatıyor. Arkeolojik SİT kavramının kazılarla çıkan eserleri korumaya aldığını söyleyen Ülkü, kanuna aykırı davrananların beş yıla kadar hapis ve ağır para cezasına çarptırılabildiğini ifade ediyor. Tarihi eser kaçakçılığının cezası ise Türk Ceza Kanunu'nun ilgili maddelerine göre veriliyor.

'Bu eserler bizim kimliğimiz'
Hukuki çerçevenin önemi tartışılmaz elbette, ancak konunun uzmanları yasal tedbirlerin tek başına yeterli olmayacağını vurguluyor. Sayısız kazıda ortaya çıkardığı eserler ve kitaplarıyla Türkiye'nin arkeolojik zenginliğinin artmasındaki önemli isimlerden Prof. Dr. Hayat Erkanal'ın "Halk tarihi eseri taş olarak görüyor" sözleri de bunu gösteriyor. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Erkanal, tarihi eserleri koruyan hükümleri içeren 2863 sayılı kanunun 1974'te çıktığını, ondan önce Asarı Atika Nizamnamesi'nin uygulandığını söylüyor: "O gerçekten çok yetersiz bir düzenlemeydi. Cezaları 10 kuruş filandı."

Tarihi eserleri korumanın yasal önlemlerle mümkün olmadığının altını çizen Prof. Dr. Erkanal, şöyle devam ediyor: "Bize, kazılarda devletin taşa toprağa neden para yatırdığını sorarlar. Yurtdışında herhangi bir esere zarar vermeye kalkışınca, önce halk karşı çıkar. Bizde bu bilinç yok. Eğitimin ilkokulda başlaması lazım. Eski eserlerimiz, topraklarımızın, vatanımızın kimliğidir. Bunları dışarı verdiğimizde kimliksiz bir toplum oluruz. Halka bunların anlatılması gerek," diyor. Peki, çıkarılan her eser en yakındaki müzede mi sergilenmeli? Erkanal'ın bu soruya verdiği cevap şöyle: "Eseri sergilemek dağ başındaki müzeyle olmaz. İstediğiniz kadar müze kurun, kimse ziyaret etmezse bunun bir anlamı yok. Müze olmaz o, depo olur."

'Yurtdışında korunuyorlar'
Çıkarılan kimi önemli eserlerin büyük kentlerdeki müzelere getirilebileceğini belirten Erkanal, bu yolla ziyaretçi sayısının da artacağına işaret ediyor. Bu topraklara ait çok önemli tarihi kalıntılar, Almanya, İngiltere ve Fransa'daki müzelerde sergileniyor. Türkiye'de tarihi eserlere gereken özenin gösterilmemesi kimi kez "Bu eserlerin yurtdışına çıkarılmış olması o kadar da kötü değil. En azından onlar korunuyor" yorumlarına da neden oluyor. Bu sözleri aktardığınız Erkanal, düşüncelerini şöyle dile getiriyor: "O eserlerin yurtdışına çıkarıldığı Osman Hamdi döneminde henüz arkeoloji konusunda bilinçlenme yoktu. Bunlar oraya gitmese hali ne olurdu bilemiyorum ama herhalde iyi olmazdı. Eski eserleri put olarak görenler bile vardı. Bu yüzden bazı antik kentlerde bazı mermer eserler taş ve inşaat malzemesi oldu. Bu da bir gerçek."

'Zenginler hırsızlığı özendiriyor'
Türkiye'den kaçırılan eserler denince akla ilk gelenlerden biri Zeugma Sunağı. Bergama krallarından Eumenes II tarafından MÖ 197- 159 arasında yaptırılan ve Alman arkeologların 1865'ten sonra yaptığı kazılarla ortaya çıkarılan sunağın kalıntıları Berlin'e gönderilmiş. Osmanlı'nın kimi imtiyazlara karşılık verdiği belirtilen bu sunak, Berlin Devlet Müzesi'nde restore edilerek 1871'de sergilenmiş. O tarihten sonra müzenin adı Pergamon Müzesi olmuş.

Sunağın Türkiye'ye iade edilmesi için 1989'da 'Zeus Sunağı Bergama'nındır. Geri istiyoruz' adıyla kampanya düzenleyen Bergama Belediyesi eski Başkanı Sefa Taşkın, "Avrupa'daki aristokratlar, ABD'deki zenginler ve müzeler de en büyük alıcı. Bizim eserlerimiz o ülkelerin müzelerinden çıkıyor. Koleksiyon meraklısı zenginler, hatta müzeler hırsızlığı özendiriyor."

TARİHİ ESER NASIL KORUNUR

Hukukçu, gazeteci ve arkeologlar tarihi eserleri korumanın yasalarla mümkün olmadığını söylerken, müzelerin özel sektöre devredilmesi de dile getiriliyor.

Nereyi kazsan tarih çıkıyor bu ülkede... Binlerce yıldan beri sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış Anadolu toprakları, değeri ölçülemeyecek zenginlikleri barındırıyor çünkü. Peki biz zenginliğimizi ne zaman hatırlıyoruz? Tarihi eser kaçakçılığı gündeme gelince... Tıpkı Karun Hazinesi'ni Kanatlı Denizatı Broşu çalındığında; Kahramanmaraş'taki müzeyi, sikkelerin sahteleriyle değiştirildiğini öğrendiğimizde hatırlamamız gibi. Soru çok... Bu eserlerimizi koruyabiliyor muyuz? Sahiplenip tanıtabiliyor muyuz, nerede yanlış yapıyoruz?.. Hangisinden başlamak gerekiyor, cevaplar neler? İzmir Barosu avukatlarından Murat Fatih Ülkü, tarihi eserlerin korunmasında 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nun temel alındığını anlatıyor. Arkeolojik SİT kavramının kazılarla çıkan eserleri korumaya aldığını söyleyen Ülkü, kanuna aykırı davrananların beş yıla kadar hapis ve ağır para cezasına çarptırılabildiğini ifade ediyor. Tarihi eser kaçakçılığının cezası ise Türk Ceza Kanunu'nun ilgili maddelerine göre veriliyor.

'Bu eserler bizim kimliğimiz'
Hukuki çerçevenin önemi tartışılmaz elbette, ancak konunun uzmanları yasal tedbirlerin tek başına yeterli olmayacağını vurguluyor. Sayısız kazıda ortaya çıkardığı eserler ve kitaplarıyla Türkiye'nin arkeolojik zenginliğinin artmasındaki önemli isimlerden Prof. Dr. Hayat Erkanal'ın "Halk tarihi eseri taş olarak görüyor" sözleri de bunu gösteriyor. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Erkanal, tarihi eserleri koruyan hükümleri içeren 2863 sayılı kanunun 1974'te çıktığını, ondan önce Asarı Atika Nizamnamesi'nin uygulandığını söylüyor: "O gerçekten çok yetersiz bir düzenlemeydi. Cezaları 10 kuruş filandı."

Tarihi eserleri korumanın yasal önlemlerle mümkün olmadığının altını çizen Prof. Dr. Erkanal, şöyle devam ediyor: "Bize, kazılarda devletin taşa toprağa neden para yatırdığını sorarlar. Yurtdışında herhangi bir esere zarar vermeye kalkışınca, önce halk karşı çıkar. Bizde bu bilinç yok. Eğitimin ilkokulda başlaması lazım. Eski eserlerimiz, topraklarımızın, vatanımızın kimliğidir. Bunları dışarı verdiğimizde kimliksiz bir toplum oluruz. Halka bunların anlatılması gerek," diyor. Peki, çıkarılan her eser en yakındaki müzede mi sergilenmeli? Erkanal'ın bu soruya verdiği cevap şöyle: "Eseri sergilemek dağ başındaki müzeyle olmaz. İstediğiniz kadar müze kurun, kimse ziyaret etmezse bunun bir anlamı yok. Müze olmaz o, depo olur."

'Yurtdışında korunuyorlar'
Çıkarılan kimi önemli eserlerin büyük kentlerdeki müzelere getirilebileceğini belirten Erkanal, bu yolla ziyaretçi sayısının da artacağına işaret ediyor. Bu topraklara ait çok önemli tarihi kalıntılar, Almanya, İngiltere ve Fransa'daki müzelerde sergileniyor. Türkiye'de tarihi eserlere gereken özenin gösterilmemesi kimi kez "Bu eserlerin yurtdışına çıkarılmış olması o kadar da kötü değil. En azından onlar korunuyor" yorumlarına da neden oluyor. Bu sözleri aktardığınız Erkanal, düşüncelerini şöyle dile getiriyor: "O eserlerin yurtdışına çıkarıldığı Osman Hamdi döneminde henüz arkeoloji konusunda bilinçlenme yoktu. Bunlar oraya gitmese hali ne olurdu bilemiyorum ama herhalde iyi olmazdı. Eski eserleri put olarak görenler bile vardı. Bu yüzden bazı antik kentlerde bazı mermer eserler taş ve inşaat malzemesi oldu. Bu da bir gerçek."

'Zenginler hırsızlığı özendiriyor'
Türkiye'den kaçırılan eserler denince akla ilk gelenlerden biri Zeugma Sunağı. Bergama krallarından Eumenes II tarafından MÖ 197- 159 arasında yaptırılan ve Alman arkeologların 1865'ten sonra yaptığı kazılarla ortaya çıkarılan sunağın kalıntıları Berlin'e gönderilmiş. Osmanlı'nın kimi imtiyazlara karşılık verdiği belirtilen bu sunak, Berlin Devlet Müzesi'nde restore edilerek 1871'de sergilenmiş. O tarihten sonra müzenin adı Pergamon Müzesi olmuş.

Sunağın Türkiye'ye iade edilmesi için 1989'da 'Zeus Sunağı Bergama'nındır. Geri istiyoruz' adıyla kampanya düzenleyen Bergama Belediyesi eski Başkanı Sefa Taşkın, "Avrupa'daki aristokratlar, ABD'deki zenginler ve müzeler de en büyük alıcı. Bizim eserlerimiz o ülkelerin müzelerinden çıkıyor. Koleksiyon meraklısı zenginler, hatta müzeler hırsızlığı özendiriyor."

AIDS-AIDS NASIL ORTAYA ÇIKTI

bu konuyu biraz araştırdım..bulduklarımı  kaynaklarının farklı oldunu belitmek için değişik renklerde sundum..
 ben aids'in çıkış nedenin 'bir insanın maymunla cinsel ilişkiye girmesinin' olduğunu sanıyordum öyle değişmiş..

 Dünyada görülen en tehlikeli hastalıklardan biri olan AIDS hakkında bilmedikleriniz...

 AIDS, Acquired Immuno Deficiency Syndrome kelimelerinin kısaltması olarak ortaya çıkmış ve Edinilmiş Yetersiz Bağışıklık Sistemi Sendromu olarak Türkçe'ye çevrilmiştir.

 AIDS ilk olarak 1981 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde keşfedilmiştir. Keşfinden hemen sonra hızla yayılarak; erkek, çocuk, siyah, beyaz, Latin, Asyalı, zengin, fakir demeden birçok insanın ölümüne neden olmuştur. Günümüze kadar AIDS'ten 225.000 kişinin öldüğü kaydedilmiştir. Bu sayı her 13 ila 15 ayda ikiye katlanmaktadır.

 AIDS için halen kesin olarak bilinen bir tedavi yöntemi bulunmamaktadır. AIDS'ten korunmak bu tehlikeli ve ölümcül virüsün yayılmasını önlemek için uygulanabilecek tek yoldur. HIV, Human Immune Deficiency Virus, vücut bağışıklık sistemi virüsü, AIDS tamamen vücut bağışıklık sistemi ile ilgili olduğundan, hastalığa sebep olan virüse bu isim verilmiştir. Virüs, insan vücudunun hastalıklara karşı direncini sağlayan bağışıklık sistemini etkisiz hale getirmektedir. Vücut bağışıklık sisteminin etkisiz hale gelmesi, virüsten etkilenmeden önce kolayca başedebildiği deiğer hastalık mikroplarıyla artık çarpışamayacak duruma gelmesi demektir. Bu da basit bir enefeksiyonun bile ölümcül hale gelmesine sebep olabilir. AIDS hastalarının yarısından çoğu bağışıklık sistemlerinin etkisiz hale gelmesi yüzünden basit enfeksiyonlara yenilerek hayata veda etmişlerdir.


 İnsan vücudu bir defa HIV virüsü ile enfekte olmuşsa artık bu virüsün hiçbir şekilde yok edilmesi ya da vücuttan atılması mümkün değildir. Fakat virüsün etkilerine engel olmak için bir takım ilaçlar geliştirilmiştir. Bunlardan ilki ve ençok bilineni AZT (Zidovudine) adı verilen ilaçtır. Bu ilaç virüsün çoğalmasını engellemektedir. AZT AIDS virüsünün meydana getirdiği belirtilerin görünmesini engellemekte ve AIDS'li hastanın yaşamının kısmen de olsa uzamasını sağlamaktadır.


 Bilim adamları AIDS'le savaşabilmenin diğer yollarını aramaya devam etmektedirler. Son yıllarda bu konuda büyük gelişme kaydedilmiştir. AIDS'e karşı korunmak için aşıların testleri halen deneysel aşamadadır. 1990 yılının başlarından itibaren bu konuda başarılı sonuçlar kaydedilmektedir.

 AIDS dokunma, öpüşme, solunum gibi dış kontaklarla bulaşan bir hastalık değildir. Bu nedenle insanların AIDS'li hastalara yaklaşmaması ya da onları toplumdan dışlaması hem gereksiz hem de yanlış bir tutumdur. Çünkü AIDS'li bir hastaya dokunarak veya yanında bulunarak AIDS'e yakalanmanın mümkün değildir. Ayrıca AIDS evcil hayvanlardan, tuvaletlerden, yüzme havuzlarından, tabak ya da bardaklardan bulaşıcı özellik göstermez. Bu nedenle insanların bu konularda korkutulması ya da yersiz bir kaygıya neden olunması çok yanlıştır. AIDS'in ana bulaşma yolu seksüel birleşme, uyuşturucu kullanıcılarının enjektörlerini paylaşması ve çok da az olsa kan transferidir. Ne yazık ki, AIDS hastalığına yakalanmış hamile bir kadının daha doğmamış bebeği de bu hastalığa yakalanmış demektir.

 Neden AIDS'i daha önce duymamıştık? AIDS 1981 yılına kadar tanımlanmış bir hastalık değildi. AIDS'in izinin sürülmesi doktorların bu bilinmeyen hastalığı yeterli derecede tanımasıyla başladı. AIDS'in ilk rastlandığı 1981 yılında ABD'de 316 kişinin AIDS hastalığına yakalandığı tespit edilmiştir. Beş yıl sonra 1986 Ağustos'unda 23.000 vaka rapor edilmiştir. Hastalığın artışı büyük bir hızla devam etmiş ve 1990'larda sadece ABD'de 60.000’nin üstünde AIDS hastası tespit edilmiştir. Bu hızlı artış, bilim adamları, doktorlar ve hükümetler için bir alarm sinyali olmuş ve onları konuyla ciddi biçimde ilgilenmeye itmiştir.

 AIDS'in gerçek kökeni bilinmemektedir. Çünkü AIDS yeni gelişmiş bir hastalıktır. AIDS'in kökeni hakkındaki en geçerli görüş hastalığın Afrika kökenli olduğudur. Afrika'da ki yeşil maymunların taşıdığı bir virüs insanlarda rastlanan AIDS virüsüne çok benzemektedir. Bilimsel tahminler maymunlarda rastlanan virüsün doğal ortamda organizmalar içinde yaşamını sürdürerek, mutasyon geçirdiği ve buradan da insanlara geçtiği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Görülen mutasyonun çok nadir olduğu da görüşler arasında yer almaktadır.

 Bir başka görüş ise virüsün biyolojik silah olarak üretilmek istendiği fakat sonucun etkisi uzun sürede görüldüğü için araştırmalara devam edilmediği ve bir ara nasıl olduysa laboratuar dışına çıkarılarak insanlara bulaştırıldığı üzerinedir. Yeşil maymunlar Afrika'nın çoğu bölgesinde lezzetli bir yemek olarak görülmektedir. Virüsün maymunlardan insana iyi pişmemiş organlardan ya da etlerin pişirilmeye hazırlanırken meydana gelebilecek kesik vb. gibi yaralardan bulaşmış olabileceği de düşünülmektedir. Çünkü bilindiği gibi virüsün bulaşma yollarının en önemlilerinden biri kandır. Hastalığın ilk insana bulaşması böyle olmuştur. Bundan sonra hastalık diğer insanlara seksüel birleşme ve uyuşturucu kullanımı ve kan transferleri sırasında yayılmıştır. Afrika devletlerinin birçoğu bu görüşün mantıklı olduğunu savunmaktadır. Bu olayların hiçbiri ırkla ilgili değildir. Şunu unutmamak gerekir ki tek bir kişi değil tüm insanlık AIDS'in gelişmesinden sorumludur ve bizde bu sorumluluğu paylaşmaktan ve bu öldürücü virüsün yayılmasını engellemekten sorumlu sayılırız.

 Birdenbire insanlar sararip solmaya, eriyip gitmeye basladilar!... AIDS'li dediler... Hastahanelere bile kabul edilmediler... Tanrinin gazabi diyenler oldu... Seks duskunlerine ceza!... Homoseksueller suclandi... Sonra?...

 Birileri sordu: "Iyi de yahu bu hastalik nasil basladi?..."

 Soranlar, arastiranlar bilim adami degil de, gazeteci olunca ciddiye alinmadilar!

 Ama; tartisma basladi...

 ***

 AIDS hastaliginin bir mikrobu-virus- var. HIV diyorlar. Nereden geldi bu HIV?

 Hic yoktan bir sey nasil var olur? Baska dunyalardan, kucuk akilli yaratiklar HIV kiligina girip, kanimiza karismasinlar?

 Veya; kiyamet gunu?...

 ***

 Afrika ve Hindistanda kucuk maymunlar varmis. Bu maymunlara HIV'e benzer bir virus tasirlarmis!... Tasirlarmis ama, bu virus maymunlari etkilemezmis... Emin olmak icin, bilim adamlari siringalar dolusu HIV viruslerini bu maymunlarin vucutlarina vermisler. Kisa sure sonra ne gorsunler? HIV virusu, maymunlarin vucutlarinda kaybolup gidiyor!...

 Birileri bir fikir ortaya atmis. Bu maymunlarin vucutlarinda olan, HIV'e benzeyen, maymunlari etkilemeyen virusler Afrikali insanlara gecmistir!... Nasil gecer? Kan temasi... Etini yiyerek...

 Iyi de? Bu maymunlar yuzyillardir Afrikadalar. Bu insanlarda. Niye HIV 1950 li yillardan sonra ortaya cikti?

 ***

 Uzun oldu.

 Kisa keselim.

 1950'lerde 'Polio' denilen, cocuk felcine karsi asilari Afrika ve Hindistandan toplanan maymunlarin ic organlarindan elde etmisler.

 Soz konusu asiyi, bir milyona yakin Afrikali uzerinde denemisler?...

 Cocuk felcine care bulunmus ama; bilerek-bilmeyerek maymunlardan alinan HIV virisunu, insanlara asilamislar!...

 Bazi bilim adamlari simdilik 'hayir' deselerde, digerleri bu konuyu tartisiyorlar!...

 İngiliz Bilimler Akademisin’de belgelerle konuşan Ed Hooper:

 ‘AIDS’in kaynağı Batılıların Afrika’daki deneyleri’

 Ed Hooper’ın 9 yıllık araştırmaları, AIDS’in çıkış noktası olarak, 1950’li yılların sonlarında ABD’li ve Belçikalılar tarafından çocuk felci aşısı bulmak için Kongo’da açılan bir kampı işaret ediyor. Afrika’da milyonlarca çocuk, AIDS’li aşılarla kobay olarak kullanılmış!

 John Vidal

 Çeviren: Kağan Güner

 11 Eylül 2000 tarihinde, İngiliz Bilimler Akademisi, Royal Society 340 yıllık tarihinin en ilginç oturumlarından birini yaşadı.

 John Vidal’ın konuyla ilgili makalesinden de okuyacağınız gibi, bilim araştırmacısı ve gazeteci Ed Hooper’ın 9 yıllık araştırmaları, AIDS’in çıkış noktası olarak 1950’li yılların sonlarında ABD’li ve Belçikalı bilim insanları tarafından Belçika Kongosu’nda çocuk felci aşısı bulmak için açtıkları bir kampı işaret ediyor.

 Bu kampta şempanze böbreklerinden üretilen aşılardan bazılarının AIDS virüsünü içerdiği iddiası ortaya atılmış durumda. Hem de kuvvetli belgeler eşliğinde. Yüzyıllardır HIV ile genetik akrabalığı olan SIVcpz virüsünü taşıyan vahşi şempanzelerin insanlarla teması sonucunda, AIDS’in ortaya çıktığı bugüne kadar kabul edilen bir görüştü. Bu görüşün arkasında da köktendinci Hıristiyanlık ideolojisi vardı. Şu anda Batı basınının konuşmadığı bir gerçek te bu. Zira batılı bilim insanları bugüne kadar, Afrika’lıların maymunlarla cinsel temasta bulunduklarını, homosexuel ilişkilere girdiklerini, toplu sex yaptıklarını dile getirip durdular. Bu Hıristiyanlık ahlakı perdesinin arkasında da, Afrika’daki misyonerlik çalışmalarına devam ettiler.

 1980’li yılların ilk yarısında, yani AIDS’in patladığı yıllarda, Afrika’dan Avrupa başkentlerine gelen uçaklar geri gönderildi. 1984 ve 1985 yıllarında THY nin Londra’ya sefer yapan uçakları Heatrow Havaalanında ilaçlandı. Batı AIDS’den örtülü bir ırkçılık çıkarmaya başladı. Batı nın AIDS ile mücadele adı altında yaptığı ırkçılığın ilk hedef kitlesi Afrika’lılar ve üçüncü dünya ülkeleri insanları oldu. Kendi toplumlarında ise eşcinseller. Daha sonra çokeşliliğin AIDS’e neden olduğu iddia edildi. Batının AIDS vesilesiyle yeni bir ahlakçı teori üretme çabası sonuç vermedi de değil.

 Fakat bugün bir kez daha öğreniyoruz ki, AIDS’in arkasında da sömürgecilik ve emperyalizm çıkıyor. Afrika ülkeleri ve halkları, Batılı ilaç tekelleri tarafından bir deney laboratuvarı olarak kullanıldı. Orta Afrika’da 1950’lerin sonlarına doğru, milyonlarca çocuğa ‘çocuk felci’ aşısı yapıldı. Üstelik Afrika’da çocuk felci vakası görülmemişken. Aşılanan çucukların büyüdüğü 1960’lar ise Afrika’nın içsavaşlar ve bağımsızlık savaşları yüzünden büyük nüfus göçleri yaşadığı yıllar. Yani HIV virüsünü barındıran milyonlarca çocuk bu yıllarda Afrika’nın değişik bölgelerinde büyüdüler. Ve sonuç... Bugün Afrika AIDS’in pençesinde kıvranıyor. BM’nin uyarı ve yardım taleplerini hiçbir batılı ülke duymuyor. Aşıyı üretenler ‘’Biz maymun böbrekleri kullanmadık’’ diyorlar. Fakat böbreklerin ABD ve Avrupa’ya gönderildiğine dair belgeler 12 Eylül’de İngiliz Bilim Akademi’sinde kamuoyuna sunuldu.

 Bugün Batı, bilimin ‘’itibarını’’ korumaya çalışıyor. Kimsenin bilim insanlarına güveni yok. Hele İngiltere’de ‘’Deli Dana Krizi’’nden sonra hiç kimse bilim lafını duymak istemiyor. ‘’Bilim çevreleri’’ hala hayvanlardaki BSE’nin insanda CJD’ye dönüşüp dönüşmeyeceğini tartışıyor. Bu tartışma süredursun, İngilter’de önümüzdeki 5 yıl içinde tahminen 10 milyon insanın BSE’den öleceğini söyleyenler var. Aslında yapılan bilimin değil, McDonalds’ın itibarının korunmaya çalışılması. Doğu Afrika Veterinerlik Enstitüsü Başkanı Dr. Gordon Scott, Kongo’da aşıyı üreten grubun iddiaları yalanlamasını, ‘’Çünkü tazminat ödemekten korkuyorlar’’ diye yanıtlıyor. 35 milyon ölünün tazminatı nasıl ödenir? Diğer kuşaklara zincirleme taşınan ve daha milyonlarca can alacak bir geleceğin tazminatı nasıl ödenir? Ve en önemlisi ‘’yalan’’ın bilimde bir tazminatı varmıdır?


 

AIDS-AIDS NASIL ORTAYA ÇIKTI

bu konuyu biraz araştırdım..bulduklarımı  kaynaklarının farklı oldunu belitmek için değişik renklerde sundum..
 ben aids'in çıkış nedenin 'bir insanın maymunla cinsel ilişkiye girmesinin' olduğunu sanıyordum öyle değişmiş..

 Dünyada görülen en tehlikeli hastalıklardan biri olan AIDS hakkında bilmedikleriniz...

 AIDS, Acquired Immuno Deficiency Syndrome kelimelerinin kısaltması olarak ortaya çıkmış ve Edinilmiş Yetersiz Bağışıklık Sistemi Sendromu olarak Türkçe'ye çevrilmiştir.

 AIDS ilk olarak 1981 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde keşfedilmiştir. Keşfinden hemen sonra hızla yayılarak; erkek, çocuk, siyah, beyaz, Latin, Asyalı, zengin, fakir demeden birçok insanın ölümüne neden olmuştur. Günümüze kadar AIDS'ten 225.000 kişinin öldüğü kaydedilmiştir. Bu sayı her 13 ila 15 ayda ikiye katlanmaktadır.

 AIDS için halen kesin olarak bilinen bir tedavi yöntemi bulunmamaktadır. AIDS'ten korunmak bu tehlikeli ve ölümcül virüsün yayılmasını önlemek için uygulanabilecek tek yoldur. HIV, Human Immune Deficiency Virus, vücut bağışıklık sistemi virüsü, AIDS tamamen vücut bağışıklık sistemi ile ilgili olduğundan, hastalığa sebep olan virüse bu isim verilmiştir. Virüs, insan vücudunun hastalıklara karşı direncini sağlayan bağışıklık sistemini etkisiz hale getirmektedir. Vücut bağışıklık sisteminin etkisiz hale gelmesi, virüsten etkilenmeden önce kolayca başedebildiği deiğer hastalık mikroplarıyla artık çarpışamayacak duruma gelmesi demektir. Bu da basit bir enefeksiyonun bile ölümcül hale gelmesine sebep olabilir. AIDS hastalarının yarısından çoğu bağışıklık sistemlerinin etkisiz hale gelmesi yüzünden basit enfeksiyonlara yenilerek hayata veda etmişlerdir.


 İnsan vücudu bir defa HIV virüsü ile enfekte olmuşsa artık bu virüsün hiçbir şekilde yok edilmesi ya da vücuttan atılması mümkün değildir. Fakat virüsün etkilerine engel olmak için bir takım ilaçlar geliştirilmiştir. Bunlardan ilki ve ençok bilineni AZT (Zidovudine) adı verilen ilaçtır. Bu ilaç virüsün çoğalmasını engellemektedir. AZT AIDS virüsünün meydana getirdiği belirtilerin görünmesini engellemekte ve AIDS'li hastanın yaşamının kısmen de olsa uzamasını sağlamaktadır.


 Bilim adamları AIDS'le savaşabilmenin diğer yollarını aramaya devam etmektedirler. Son yıllarda bu konuda büyük gelişme kaydedilmiştir. AIDS'e karşı korunmak için aşıların testleri halen deneysel aşamadadır. 1990 yılının başlarından itibaren bu konuda başarılı sonuçlar kaydedilmektedir.

 AIDS dokunma, öpüşme, solunum gibi dış kontaklarla bulaşan bir hastalık değildir. Bu nedenle insanların AIDS'li hastalara yaklaşmaması ya da onları toplumdan dışlaması hem gereksiz hem de yanlış bir tutumdur. Çünkü AIDS'li bir hastaya dokunarak veya yanında bulunarak AIDS'e yakalanmanın mümkün değildir. Ayrıca AIDS evcil hayvanlardan, tuvaletlerden, yüzme havuzlarından, tabak ya da bardaklardan bulaşıcı özellik göstermez. Bu nedenle insanların bu konularda korkutulması ya da yersiz bir kaygıya neden olunması çok yanlıştır. AIDS'in ana bulaşma yolu seksüel birleşme, uyuşturucu kullanıcılarının enjektörlerini paylaşması ve çok da az olsa kan transferidir. Ne yazık ki, AIDS hastalığına yakalanmış hamile bir kadının daha doğmamış bebeği de bu hastalığa yakalanmış demektir.

 Neden AIDS'i daha önce duymamıştık? AIDS 1981 yılına kadar tanımlanmış bir hastalık değildi. AIDS'in izinin sürülmesi doktorların bu bilinmeyen hastalığı yeterli derecede tanımasıyla başladı. AIDS'in ilk rastlandığı 1981 yılında ABD'de 316 kişinin AIDS hastalığına yakalandığı tespit edilmiştir. Beş yıl sonra 1986 Ağustos'unda 23.000 vaka rapor edilmiştir. Hastalığın artışı büyük bir hızla devam etmiş ve 1990'larda sadece ABD'de 60.000’nin üstünde AIDS hastası tespit edilmiştir. Bu hızlı artış, bilim adamları, doktorlar ve hükümetler için bir alarm sinyali olmuş ve onları konuyla ciddi biçimde ilgilenmeye itmiştir.

 AIDS'in gerçek kökeni bilinmemektedir. Çünkü AIDS yeni gelişmiş bir hastalıktır. AIDS'in kökeni hakkındaki en geçerli görüş hastalığın Afrika kökenli olduğudur. Afrika'da ki yeşil maymunların taşıdığı bir virüs insanlarda rastlanan AIDS virüsüne çok benzemektedir. Bilimsel tahminler maymunlarda rastlanan virüsün doğal ortamda organizmalar içinde yaşamını sürdürerek, mutasyon geçirdiği ve buradan da insanlara geçtiği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Görülen mutasyonun çok nadir olduğu da görüşler arasında yer almaktadır.

 Bir başka görüş ise virüsün biyolojik silah olarak üretilmek istendiği fakat sonucun etkisi uzun sürede görüldüğü için araştırmalara devam edilmediği ve bir ara nasıl olduysa laboratuar dışına çıkarılarak insanlara bulaştırıldığı üzerinedir. Yeşil maymunlar Afrika'nın çoğu bölgesinde lezzetli bir yemek olarak görülmektedir. Virüsün maymunlardan insana iyi pişmemiş organlardan ya da etlerin pişirilmeye hazırlanırken meydana gelebilecek kesik vb. gibi yaralardan bulaşmış olabileceği de düşünülmektedir. Çünkü bilindiği gibi virüsün bulaşma yollarının en önemlilerinden biri kandır. Hastalığın ilk insana bulaşması böyle olmuştur. Bundan sonra hastalık diğer insanlara seksüel birleşme ve uyuşturucu kullanımı ve kan transferleri sırasında yayılmıştır. Afrika devletlerinin birçoğu bu görüşün mantıklı olduğunu savunmaktadır. Bu olayların hiçbiri ırkla ilgili değildir. Şunu unutmamak gerekir ki tek bir kişi değil tüm insanlık AIDS'in gelişmesinden sorumludur ve bizde bu sorumluluğu paylaşmaktan ve bu öldürücü virüsün yayılmasını engellemekten sorumlu sayılırız.

 Birdenbire insanlar sararip solmaya, eriyip gitmeye basladilar!... AIDS'li dediler... Hastahanelere bile kabul edilmediler... Tanrinin gazabi diyenler oldu... Seks duskunlerine ceza!... Homoseksueller suclandi... Sonra?...

 Birileri sordu: "Iyi de yahu bu hastalik nasil basladi?..."

 Soranlar, arastiranlar bilim adami degil de, gazeteci olunca ciddiye alinmadilar!

 Ama; tartisma basladi...

 ***

 AIDS hastaliginin bir mikrobu-virus- var. HIV diyorlar. Nereden geldi bu HIV?

 Hic yoktan bir sey nasil var olur? Baska dunyalardan, kucuk akilli yaratiklar HIV kiligina girip, kanimiza karismasinlar?

 Veya; kiyamet gunu?...

 ***

 Afrika ve Hindistanda kucuk maymunlar varmis. Bu maymunlara HIV'e benzer bir virus tasirlarmis!... Tasirlarmis ama, bu virus maymunlari etkilemezmis... Emin olmak icin, bilim adamlari siringalar dolusu HIV viruslerini bu maymunlarin vucutlarina vermisler. Kisa sure sonra ne gorsunler? HIV virusu, maymunlarin vucutlarinda kaybolup gidiyor!...

 Birileri bir fikir ortaya atmis. Bu maymunlarin vucutlarinda olan, HIV'e benzeyen, maymunlari etkilemeyen virusler Afrikali insanlara gecmistir!... Nasil gecer? Kan temasi... Etini yiyerek...

 Iyi de? Bu maymunlar yuzyillardir Afrikadalar. Bu insanlarda. Niye HIV 1950 li yillardan sonra ortaya cikti?

 ***

 Uzun oldu.

 Kisa keselim.

 1950'lerde 'Polio' denilen, cocuk felcine karsi asilari Afrika ve Hindistandan toplanan maymunlarin ic organlarindan elde etmisler.

 Soz konusu asiyi, bir milyona yakin Afrikali uzerinde denemisler?...

 Cocuk felcine care bulunmus ama; bilerek-bilmeyerek maymunlardan alinan HIV virisunu, insanlara asilamislar!...

 Bazi bilim adamlari simdilik 'hayir' deselerde, digerleri bu konuyu tartisiyorlar!...

 İngiliz Bilimler Akademisin’de belgelerle konuşan Ed Hooper:

 ‘AIDS’in kaynağı Batılıların Afrika’daki deneyleri’

 Ed Hooper’ın 9 yıllık araştırmaları, AIDS’in çıkış noktası olarak, 1950’li yılların sonlarında ABD’li ve Belçikalılar tarafından çocuk felci aşısı bulmak için Kongo’da açılan bir kampı işaret ediyor. Afrika’da milyonlarca çocuk, AIDS’li aşılarla kobay olarak kullanılmış!

 John Vidal

 Çeviren: Kağan Güner

 11 Eylül 2000 tarihinde, İngiliz Bilimler Akademisi, Royal Society 340 yıllık tarihinin en ilginç oturumlarından birini yaşadı.

 John Vidal’ın konuyla ilgili makalesinden de okuyacağınız gibi, bilim araştırmacısı ve gazeteci Ed Hooper’ın 9 yıllık araştırmaları, AIDS’in çıkış noktası olarak 1950’li yılların sonlarında ABD’li ve Belçikalı bilim insanları tarafından Belçika Kongosu’nda çocuk felci aşısı bulmak için açtıkları bir kampı işaret ediyor.

 Bu kampta şempanze böbreklerinden üretilen aşılardan bazılarının AIDS virüsünü içerdiği iddiası ortaya atılmış durumda. Hem de kuvvetli belgeler eşliğinde. Yüzyıllardır HIV ile genetik akrabalığı olan SIVcpz virüsünü taşıyan vahşi şempanzelerin insanlarla teması sonucunda, AIDS’in ortaya çıktığı bugüne kadar kabul edilen bir görüştü. Bu görüşün arkasında da köktendinci Hıristiyanlık ideolojisi vardı. Şu anda Batı basınının konuşmadığı bir gerçek te bu. Zira batılı bilim insanları bugüne kadar, Afrika’lıların maymunlarla cinsel temasta bulunduklarını, homosexuel ilişkilere girdiklerini, toplu sex yaptıklarını dile getirip durdular. Bu Hıristiyanlık ahlakı perdesinin arkasında da, Afrika’daki misyonerlik çalışmalarına devam ettiler.

 1980’li yılların ilk yarısında, yani AIDS’in patladığı yıllarda, Afrika’dan Avrupa başkentlerine gelen uçaklar geri gönderildi. 1984 ve 1985 yıllarında THY nin Londra’ya sefer yapan uçakları Heatrow Havaalanında ilaçlandı. Batı AIDS’den örtülü bir ırkçılık çıkarmaya başladı. Batı nın AIDS ile mücadele adı altında yaptığı ırkçılığın ilk hedef kitlesi Afrika’lılar ve üçüncü dünya ülkeleri insanları oldu. Kendi toplumlarında ise eşcinseller. Daha sonra çokeşliliğin AIDS’e neden olduğu iddia edildi. Batının AIDS vesilesiyle yeni bir ahlakçı teori üretme çabası sonuç vermedi de değil.

 Fakat bugün bir kez daha öğreniyoruz ki, AIDS’in arkasında da sömürgecilik ve emperyalizm çıkıyor. Afrika ülkeleri ve halkları, Batılı ilaç tekelleri tarafından bir deney laboratuvarı olarak kullanıldı. Orta Afrika’da 1950’lerin sonlarına doğru, milyonlarca çocuğa ‘çocuk felci’ aşısı yapıldı. Üstelik Afrika’da çocuk felci vakası görülmemişken. Aşılanan çucukların büyüdüğü 1960’lar ise Afrika’nın içsavaşlar ve bağımsızlık savaşları yüzünden büyük nüfus göçleri yaşadığı yıllar. Yani HIV virüsünü barındıran milyonlarca çocuk bu yıllarda Afrika’nın değişik bölgelerinde büyüdüler. Ve sonuç... Bugün Afrika AIDS’in pençesinde kıvranıyor. BM’nin uyarı ve yardım taleplerini hiçbir batılı ülke duymuyor. Aşıyı üretenler ‘’Biz maymun böbrekleri kullanmadık’’ diyorlar. Fakat böbreklerin ABD ve Avrupa’ya gönderildiğine dair belgeler 12 Eylül’de İngiliz Bilim Akademi’sinde kamuoyuna sunuldu.

 Bugün Batı, bilimin ‘’itibarını’’ korumaya çalışıyor. Kimsenin bilim insanlarına güveni yok. Hele İngiltere’de ‘’Deli Dana Krizi’’nden sonra hiç kimse bilim lafını duymak istemiyor. ‘’Bilim çevreleri’’ hala hayvanlardaki BSE’nin insanda CJD’ye dönüşüp dönüşmeyeceğini tartışıyor. Bu tartışma süredursun, İngilter’de önümüzdeki 5 yıl içinde tahminen 10 milyon insanın BSE’den öleceğini söyleyenler var. Aslında yapılan bilimin değil, McDonalds’ın itibarının korunmaya çalışılması. Doğu Afrika Veterinerlik Enstitüsü Başkanı Dr. Gordon Scott, Kongo’da aşıyı üreten grubun iddiaları yalanlamasını, ‘’Çünkü tazminat ödemekten korkuyorlar’’ diye yanıtlıyor. 35 milyon ölünün tazminatı nasıl ödenir? Diğer kuşaklara zincirleme taşınan ve daha milyonlarca can alacak bir geleceğin tazminatı nasıl ödenir? Ve en önemlisi ‘’yalan’’ın bilimde bir tazminatı varmıdır?


 

BALLI KAYA BAL KAYA ÖZELLİKLERİ

Ballıkaya&񗝉nın ön cephesi doğuya bakar,Güneş sabahleyin arın bal yaptığı yere vuracak, arının bal yaptığı delik üçgen şeklinde olacak. Ballıkaya&񗝉nın arkasında yani batısında ondokus basamak kayanın zirvesine çıkılır, basamakların dibinde  tuğladan yapılmış, ağzı üçgen şeklinde bir fırın vardır. Burada bol miktarda madden curufu bulunacak. Merdivenlerden yukarı çıkılınca sol tarafta bir yatak serilecek kadar, murçla düzeltilmiş yer  vardır. Tam başında bir oturak olacak, oturakta sağ kolunu koyacak yer vardır. Sol kol konulacak yer yoktur. Kayanın önünde dere boyunca aşağı doğru inen yol vardır. Bal fazla olunca kayadan akar,, kayanın önündeki kayık gibi olan çukurlara dolar. Yoldan geçen yolcular bu baldan yerler.Ballıkaya&񗝉nın ön cephesi doğuya bakar,Güneş sabahleyin arın bal yaptığı yere vuracak, arının bal yaptığı delik üçgen şeklinde olacak. Ballıkaya&񗝉nın arkasında yani batısında ondokus basamak kayanın zirvesine çıkılır, basamakların dibinde  tuğladan yapılmış, ağzı üçgen şeklinde bir fırın vardır. Burada bol miktarda madden curufu bulunacak. Merdivenlerden yukarı çıkılınca sol tarafta bir yatak serilecek kadar, murçla düzeltilmiş yer  vardır. Tam başında bir oturak olacak, oturakta sağ kolunu koyacak yer vardır. Sol kol konulacak yer yoktur. Kayanın önünde dere boyunca aşağı doğru inen yol vardır. Bal fazla olunca kayadan akar,, kayanın önündeki kayık gibi olan çukurlara dolar. Yoldan geçen yolcular bu baldan yerler.
BALLI KAYANIN içinde bir birine geçilen bağalar vardır bunalrın em büyüklerinin uzunluklaruı 100 metreyi bulru biri douğu batı biri kuzey güney eksenlidir iki girişleri olup ikisinidne kuzey doğu yönleri açıktır biridne bri kare oyma ve bir duvar diğerinde horasan kaplama tuğla örme geniş bri kuyu vardır ikisinde diğer girişlerden asla çıklımaz muazzam uçrumdur ballıkayanın iki yanıdna iki dere akıp birleşir ardında 3 dere ye karışırlar batısına geçilrise 19 basamk merdiven ikişerli guruplar halindedir klare kare oymalardır yanib uraya ağaç kalaslar çakılarak basmak yapılabilri dümdüz kayay tırmanır haldedir ayaklarını sokup deliklerden çıkmak istersen ayakların ancak 10 cm si içeri girer yani oyuklar çok derin diil bu merdivene geri gelip baktığınd amerdivenin 5 metre açığında tam düz olan bir yüzeyde bir kare oyma görürsün kare oyma bir metre kare civarıdna ve derindir tam köşeleri tam 90 dere celik kusursuzdur bu çerçeceveden bri yılan çıkıp merdivenin tersi istikametine 5 metre kadar uzar bu yılan sinekli mağranın yerini gösteren temel işarettir yılanın olduğ yönde ana işaretlerin tamamı kartallıdır bir kartal bir yılana saldırmış havada bölmüş uçar halde bir kartal gibi ama tersi istikamete gidilirse buradada bir faytın vardır kare oymanın tam altıan gelecek yerde zemin ile sıfırlanmış birnevi gişe yeri gibi ufak bir mağra var bu mağraya 3 kişi anca sığar merdivenint am karşısına geçilir ise gerçek ballık olan yer burasıdır yani ballı kayada 19 basamak merdiven diye anlatılan belgelrdeki yer 19 basamk merdivenin odluğu yer değil bunun tam karşısıdır gerçek bal olan eyr burasıdır burada elini başından az kaldırıp uzatacağın yerde bir çanak vardır bu çanakta ağustos-eylül döneminde bal olru bal bir kanal ile yukardan gelri geldiğpi yer aslıdna bir kaya mezarının su tahliye kanalıdır bu balkayda yaşanılma ancak konaklanmak istense 500 kişi bu mağaralrda aynı anda konaklayabililir balkaya ile merdiven arasıdnan yukardaki yaylaya giden bir yol var bu yaylaya çıkıp sola döersek karanlık dereye ineris karanlık derenin suyu büyük derey akar ve balkayadaki iki derenin suyu ile birleşir balkayanın aan gövvdesi olan kayya ince bir sıra halinde batı - dou istikametind euzanır üzeirnde bir manastır kalıntısı ve birde başı taşlı mezar vardır balkayadan iner kuzey batıdaki büyük dereye gelri ve derenin gittiği yönde gidersem 4 saatlik bir yürümenina rdından kudret kayasnın dibine gelirim oraya kadar kanyon içinden giderim kudret kayanın olduğu lan düz dür ova içidne tek bir yükselti blok kayadır bu kayaya batıdan doğuya 40 kadar basamak ile çıkılrı basamklar gizlidir dışardan görünmez yanıdna kadar dgidip kaya içien oyulmuş birer metre genişlikte merdivenler ile çıkılrı merdivenlerin sonudna bir kare kayay oyma kuyu vardır sağa dönersem 4 basamak merdiven batıya uçruma açılır bu merdivenler eçıklmadan sol omuz hizamda yan yan gidilen bir mağara vardır mağar askıdadır kusdret kuzeyine gidersem 2 koltuk taşı var koltuklar aoturduğumda tam karşımda iki yığma tepe kadın memesi şeklidnedir koltukların sol el konacak yerleri yoktus sağ el konacak yerleri vardır koltuklardan normalde bu tepelerin görünmemesi gerekitrken yaklaşık 2 metrelik bir kaya kütlesi kesilerek bu tepelerinde ön yüzüne dolgu yapılıp meme şeklinde görünmeleri sağlanmıştır koltukların önünde bir sıra aşınmış merdiven vardır bu merdivenlerden ienrsem bir boşlupa gelirim bu boşluk ta bağlama yerleridir bir mantar altı gibidir atların başları kzueye bakr ama kıçları açıkta kalır burya kada rgelen birkesme yol vardır  bu kesme yol ile aşağı kadar atla inilir aşağı indiğimde bir değrimen bu kudret kaaydan yaklaşık 100 metre aşağıdarıe değrimen duyunu yukardan arktan alır ancak şu anda su yok değirmen taş örme sırtı tepeye dayalı yüzü kduretin önüne doğu bakar suyu araksıdnan gelir buranın ielrisne devam edersem horatepe muhitine gelrimö hora tepenin yarısıa kadar çıkan taş parke döşeme yol vardır bu yolu devam etmede kudretin önündeki dereyi geçip kuzeye gidersem gideceğim yer ayran pınarı kduret hamamaları tarafıdır ayran pınarının ilerisinde ufak bir göl var göl bir tepenin yarı yaamcındadır bir taraı tepe yönü komple kayalıktır bu gölden doğan kaynak doğuya kar aakak ile biraz gidersem 10 metredne az bir mesafede su bir çatlakta kaybolu ordan dereye kadar bir daha suyu görememe dereye indiğimde bir tünelden bu su çıakr detre ile buranına rası tam 1000 adımdır su bu tünelden çıkınca bir arga girer ve değrimeni döndürürü değirmen 5 basamak olup buraya atla asla inilmez her tarafı dik kayalıklardır yani değirmen sahtedir.
[/quote]