Pazar, Ekim 23, 2011

sümerlerde tıp bilimi

Yakın zamana kadar uygarlığın kökeni, Yunan uygarlığına bağlanıyordu. Batı’lı bir düşünür olan, C. W. Ceran ( Kurt W. Marek  asıl adı ) “ Arkeolojinin Romanı “ adlı eserinde şöyle diyor. Biz bütün sanatların kökünü Yunanistan’a bağladıkları bir dönemde yetiştik. Ama sonradan bu kültür çiçeklerinin Lidya, Hitit, Fenike, Girit, Babil, ve Mısır’dan alındıklarını gördük. Bu ulusların arkasında da Sumer’ler vardı.

                        Eski Mısır yazısı hiyeroğlif okunduktan sonra ( 1828 Champollion ) 20. yüzyıl başlarına kadar en eski ve gelişmiş uygarlığın Mısır uygarlığı olduğu anlaşılmaya başlandı. Yunan tarihçisi Heredot, Mısır’ın çevresine etkisini şöyle anlatıyordu. “ Zaten hemen hemen bütün tanrı adları Yunanistan’a Mısır’dan gelmiştir. Daha önce dediğim gibi Posoidon ve Dioskur’lar bir yana, Hera, Hestia, Nereid’ler ve bütün öbür tanrılar Mısır topraklarında her zaman biliniyordu.”

                        Bu düşünce ve onun getirdiği hayranlık, çivi yazısının okunmasına kadar sürdü. Sonuçta o güne kadar dünyadaki uygarlıklar hakkındaki inanç ve bilgiler allak bullak oldu ( George Friedrich  Grote ). Gerçi Tevrat’ta Babil ve Ninova hakkında bilgiler vardı. Fakat bunlara tam ve gerçekçi bir şekilde bakılmıyordu. İki nehir arasındaki ovalar ve çöller ortasında önemsiz görünen yıkıntılar ve tepecikler kazılmaya başlandıkta sonra; çıkarılan tabletlerde insanlık tarihinin 7000 yıllık geçmişi aydınlanıyordu. Hatta diyebiliriz ki Mısır Pramitlerinin ve tapınaklarının yanında toprak yığını olarak görülen tepeciklerden çıkarılan tabletler, o ihtişam ve zenginliği gölgeliyordu adeta. Çünkü elde edilen bilgiler Mısır dahil bir çok ulusun düşünce, bilim ve dinlerinin kaynakları olduğunu ortaya çıkarıyordu.

                        Çivi yazısı iyice okunmaya başlanıp, bir çok tablet elden geçirildikçe, Asur, Babil ve Elam’lar dışında başka bir ulusun kültür, bilim ve inanç yönünden etkileyen varlığı hissedilmeye başlanmıştı. Bu, tıpkı gökyüzünde görünmeyen, fakat bir önceki gezegende olan sapmalar nedeniyle matematiksel olarak bulunan Plüton gezegeni gibi; Mezopotamya’nın ilk sakinleri olan Sumerler’in varlığı da buna benzer bir şekilde bulunmuştur. Çivi yazısını icat edenler, Babil ve Asur’lular olamazdı, Aksine başka bir ulus, çok büyük bir olasılıkla Sami olmayan Doğu’nun yaylalarından gelen; fakat varlıklarını o zamana kadar ve hiçbir buluntunun ispat edemediği bir millet bu yazıyı kullanmıştı. Çünkü Babil ve Asur yazı işaretlerinin çeşitli anlamlara gelmeleri kendiliğinden açıklanabilecek bir şey değildi. Babil’liler tarihin ışığına çıktıkları sırada, birdenbire ve tam olarak bu yazı sistemi meydana gelemezdi. Bu sistem uzun bir evrimin izlerini taşıyordu. Araştırmalar derinleştikçe Babil ve Ninova kültür başarısı olarak ne varsa, hemen hemen hepsine esrarlı SUMER ulusunun öncülük ettiği görüldü.

                        Sumer’lerin ana yurdu Mezopotamya değildir. Buraya başka bir yerden göç ederek Basra körfezi civarına, Fırat nehrinin aşağı bölgesine; SUMER adı verilen yere yerleşmişlerdir. Asıl yurtlarının neresi olduğu bilinmiyor. Hiç kuşku duyulmayan şeylerden biri de Sumer’lerin, Sami olmayan siyah saçlı bir millet olmasıdır. Yazıtlarında kendilerini “ Karabaşlılar “ demektedirler. Sumer’lerin denizden gelerek iki nehir arasına yerleştikleri efsanelerinde geçmekte beraber, kesin olarak bilinmemektedir. Zecharia Sitch’in 12. Gezegen adlı yapıtında, bu konuya ilginç yaklaşımlar öne sürmektedir. Sumer’lerin dili Türkçe ile temel yapı bakımında benzerlikleri görülmektedir.

                        Diyebiliriz ki dünyadaki ilk uygarlıkların vatanı Nil, Fırta-Dicle, İndus, Ganj ve Sarı Nehir vadi ve ovalarıdır. Belki de en eskisi de Mezopotamya’dır.


                        Sumer’lerde dolayısıyla Mezopotamya’da, Matematik, astronomi ve tıp, çağına göre ileri bir düzeyde ve çevrelerindeki ulusları da etkilediklerini, bu konuları içeren tabletlerin incelenmesinden anlıyoruz.

                        Matematik : Mezopotamyalılar rakamlarını çivi yazısı işaretlerine benzeterek yazıyorlardı. Bir (1) sayısı çiviye ya da oduncu kamasına benzeyen bir şekildi. Bu kama işareti bir sayısı, onların yan yana ya da üst üste sıralanması ile de diğer sayılar, on sayısına kadar oluşuyordu. Tek şekille yazılan an sayısı, yan yana ya da iç içe bir araya gelmesinden elli (50) sayısı yazılıyordu. Atmış (60) sayısı da bir (1) işareti ile ifade ediliyordu. Bizim kullandığımız 10 tabanına dayanan matematik yerine Mezopotamyalılar 60 tabanlı bir sistem kullanıyorlardı.

                        Yan yana gelen rakamların, birbirine olan yakınlık ya da uzaklığı; sayının bir mi? Yoksa 60 mı olduğunun anlaşılmasını sağlıyordu. Örneğin 2 ile 61 sayılarında olduğu gibi. Mezopotamyalıların yüzyıllar boyu, sıfırı (0) kullanmadıkları anlaşılmaktadır. Fakat MÖ. 500 hatta 700 lü yıllarda kullandıkları bazı örnekler bulunmuştur. Diyebiliriz ki Mezopotamya rakamlarında eski Babil çağında sıfır sembolünün olmadığı ve Helenistik çağda sıfır sembolünün sayıların sonunda kullanılmadığı kesindir.

                        Mezopotamyalıların uzunluk, alan ve hacım gibi ölçülerde kullandıkları çeşitli birimler arasında, oranlar genel olarak altmış tabanlı değildir. Fakat gümüş ağırlığı ölçü birimleri arasındaki oranın çok eski çağlardan bu yana altmış tabanlıdır. Her türlü alış verişte, bu birimlere en eski tabletlerde de rastlanmaktadır. Bu birimler MANA ve ŞEKEL dir. Bir mana 60 şekeldir.

                        Para ise ilk olarak İran hakimiyeti döneminde MÖ 600 lü yıllarda kullanılmıştır. Yük ağırlık birimi, bir insanın normal olarak taşıyabileceği bir ağırlıktır. Sumerce GUN, Akatçası Biltu dur. Mana birimi Gun’un altmışta biri olarak saptanmıştır. Aradaki oranın altmış belirlenmesi, altmış tabanlı sayı sisteminden kaynaklanmaktadır. Mana da daha sonra altmışa bölünmüş ve yeni birime Sumerce GİN adı verilmiştir. Bu ağırlık birimi Akatça adı Şekel veya Şiklu dur.

                        Çarpma çizelgelerinde 8x27, önce 8x7 ve 8x20 ayrı ayrı çarpımlarının toplanmasıyla cetvelden elde ediliyordu.

                        MS.1. yüzyılda Yunanlı matematikçi İskenderiyeli Heron, Mezopotamyalıların kullandığı formülü karekök bulmak için kullanıyordu. Tel Harmel tableti yaklaşık karekök bulma metodunun, ya da metotlarından birinin, Mezopotamyalılarda geometri ile temellendirilmiş olduğu, yani karekökün hesaplanmasının geometrik bir model üzerine oturtulduğunu göstermektedir.

                        Mezopotamya rakam sisteminin temelindeki sayı kavramı 15-16 yüzyıllara kadar kullanmış olan bütün diğer sayı ve rakam kavramlarının hepsinden daha geniş; hatta denilebilir ki en gelişmişlerinden daha üstündür.

                        Yunanlıların bilimsel gereksinmelere uygulanan İyonya rakamları, temelindeki Fenike rakamları gibi alfabe harflerinde meydana gelmiştir. Bu nedenle Yunanlı astronomlar Mezopotamyalıların altmış tabanlı kesir sistemini kabul etmişlerdir.

                        MS. 2. Yüzyılda Batlamyus sıfır işareti için ortası yuvarlak bir daire kullanmıştır. Bu gün yaygın olarak kullanılmakta olan ve bilindiği gibi Hindistan’dan, islam dünyasına, oradan da Avrupa’ya gelmiş olan desimal rakam sistemi, 16 yüzyıldan bu yana yer almaya başlamıştır.

                        Pythagoras teoremine ilişkin iki tablet bize Mezopotamyalıların Pythagoras’dan ( hiç olmazsa ) en az bin yıl önce, bu teoremi bildiklerini göstermektedir.

                        Mezopotamyalılar cebrin kurucusudur. Cebir sözcüğü esasen Mezopotamya kaynaklıdır. Bu sözcük 9. Yüzyıl başlarında, Abdülhamit ıbn Türk  ve Harezmi ile başlayarak “ El Cebr Ve’l Mukabele “ Arapça şekliyle islamiyette kullanılmış, Avrupa’ya da Harezmi’nin kitabı yoluyla girmiştir ve Elgebra adını almıştır.

                        Astronomi, başlangıçta Mezopotamya’da dinsel bir tabana oturmuşken, daha sonraları bilimsel yani matematiksel bir duruma dönüşmüştür. Belirtildiği gibi Astronomi başlangıçta astrolojik bir kimliktedir. Burada kehanet önemli bir yer tutar. Her gezegenin kendine özgü etki ve anlamı vardır. Ay korku veren bir gök cismidir onlarca. Horoskop astrolojisinin temel hipotezine göre, doğum anındaki gök cisimlerinin durumu, bir insanın hayatının özel çizgilerini belirtir.

                        Mezopotamyalılara göre göklerin sakinleri bir yıldız olan tanrılardır. Bu nedenle onların dünya görüşlerinde Astronomi, mitoloji ve dini astronomiyi birbirinden ayırmak pek kolay değildir.

                        Mezopotamyalılar su saatini ve güneş saatini kullanıyor, gece ve gündüz uzunluklarını saptadıklarını, gece ve gündüz nöbetçilerine ödenen ücretin bu farklılığa göre hesaplandığından anlaşılmaktadır.

                        Takvimleri ay temellidir. Ay safhaları 29,5 günlük ortalama devre esas alınmıştır. Ay adları bir çok değişiklik geçirdikten sonra, Asurlu’lar zamanında son şekli şöyledir.
                        I- Nisan                       VII- Teşrit
                        II- Ayar                       VIII-Arahsamna
                        III-Sivan                      IX- Kisilimmu
                        IV-Temmuz                 X-  Tebek
                        V-   Âb                       XI- Şubat
                        VI-  ElÛl                     XII-Âdar

                        Bu ay adlarının bir kısmı değişiklik göstermeden günümüze kadar geldiği görülmektedir. Bu takvim Musevi takvimine örnek olmuş ve Suriye bölgesinde kullanılmaya devam etmiştir. Yine bu takvim Jüle Sezar takviminin kabulüne kadar, Yunanlılar ve Romalıların kullandıkları takvimlerin temelini oluşturmuştur.

                        Ay yılı ile güneş yılı arasındaki farkı gidermek için ( MÖ.2294-2189 ) üçüncü UR sülalesi döneminde, 8 yılda bir yıla 13.cü bir ay eklendiği bilinmektedir. Asurlular döneminde (MÖ.1250-612 ) bir tablette dört mevsimden bahsedilmektedir.

                        Yine onların, haftanın 7 günlük zaman süresine bölünmesini yaptıklarını öğreniyoruz. Ayın 7-14-21-28.ci günlerine önem verdiklerini ve bu günlerde, kralların belirli bir takım işler yapmalarının uğursuz olduğu düşünülürdü. Bu ise Musevilerin altı gün çalışma, yedinci gün dinlenme günü olarak kabullerini kaynağını oluşturmaktadır.

                        Mezopotamyalılar günü 12 saate bölmüşlerdir. MÖ.8. yüzyıldan itibaren güneş ve ay tutulmalarını düzenli bir şekilde gözlemledikleri ve sonuçlarını kayıtlara geçirdikleri kesinlikle bilinmektedir.

                        Mezopotamya mitolojisinin çok zengin olduğu bir gerçek. Çevre ulusların mitolojilerine etkilemesi de doğal. Tanrıların yaratılış öyküsü şu dizelerle dile getiriliyor.

                        Gökler yoktu bir zamanlar,
                        Yeryüzü yoktu, yükseklik ve derinlik
                        İsim yoktu, toprak altında “ Apsu “ vardı yalnız
                        İlk yaratıcı olan tatlı su

                        Birde acı su Tiamat vardı.

                        Bir de döl yatağına dönem Mumnu

                        O zamanlar tanrılar yoktu daha.



                        Günler günleri kovaladı, yıllar yıları

                        Ansar’la Kişar’ın ilk çocuğu Anu, boş gök

                        Ulu tanrı EA’ yı doğurdu tek başına

                        Ea; göğün ufkundan daha geniş bir akıl

                        Benzerlerinin hepsinden kat kat güçlü.



                        Burada Ea, çok anlamlı, göğün ufkunda bir yarde. Sonsuz uzay kadar bir AKLI ve benzerlerinden kat kat güçlü. İnsanın yaradılışında ise birkaç farklı yaklaşımla karşılaşıyoruz.



                        Marduk “ güneşin oğlu “ Ea’ya insanı bir sanat eseri gibi yaratmak istediğini anlatıyor.

                        Kanı kanla birleştireceğim

                        Kanı kemikle

                        Bir şey yaratacağım benzeri görülmemiş

                        Adı insan olacak

                        İlk İnsanı yaratıyorum.



                        Bir yaklaşıma göre de tanrı insanı çamurdan yaratmıştır. Yani insanın çamurdan bir modelini yapıp, ondan sonra da bunun içine hayat nefesini üflemiştir.( Eşek hamuru ) 



                        Sumerlerin yarattığı edebiyat ( mitoloji ), İbraniler üzerinde derin etkiler yapmış olduğunu görüyoruz.



                        Dilmun, “ saf, temiz ne parlak “ bir memleket, hastalık ve ölüm bilinemeyen, yaşayanların memleketi. Ne var ki orada hayvanlar ve bitkiler için gerekli olan su eksik. Büyük su tanrısı ENKİ, güneş tanrısı UTU ya orasını tatlı su ile doldurmasını ister. Böylece Dilmun meyve bahçeleri ile kaplı yeşil tarlaları ve çayırları tanrıların bahçesi haline gelir. Bu cennet bahçesinde Sumerlerin büyük ana tanrıçası 8 bitkiyi filizlendirir. Bu ancak tanrıçanın ( yer yüzünün annesi ) su tanrısı tarafından üç kuşağı kapsayan hamile bırakması ve bunların şiirde sık sık tekrarlanan ağrısız doğum, acısız doğurulması gibi bir hayli karışık olaylardan sonra başlıyor. Fakat ihtimal Enki onları tatmak istediği için, habercisi “ iki yüzlü olan tanrı “ İSİMUD  bu çok değerli bitkileri birer birer koparıp efendisi ENKİ’ye veriyor, o da onları yiyor. Bunu üzerine Ninhursag son derece kızıyor ve Enki’yi ölümle lanetliyor. Kendisi de verdiği kararı değiştirmemek için olsa gerek tanrıların arasından yok oluyor.



                        Enki’nin sağlığı bozuluyor, Sekiz organı hastalanıyor. Enki’nin hastalığı birden ağırlaşmaya başlayınca, Büyük tanrılar tozlar içine oturuyorlar. Görünüşe göre Sumer tanrılarının kralı olan hava tanrısı Enlil bile buna  çare bulamıyor. Tilki ortaya atılıyor, Enlil’e eğer ödüllendirilirse, Ninhursag’ bulup getireceğini söylüyor. Tilki ana tanrıçayı, tanrılara getirmeyi başarıyor. Ve o ölmekte olan Enki’yi iyileştiriyor.



                        Ninbursag Enki’nin yanına oturuyor, onun ağrıyan sekiz organı için 8 tanrı yaratarak Enki’yi iyi edip sağlığına kavuşturuyor.



                        Sumer cenneti Dilmun ülkesindedir ki burası İran’ın güneybatısı olabilir. Sumerleri yenen Sami-Babil’ler kendi ölümsüzlerini “ Yaşayanların Ülkesi “ olarak Dilmun’a yerleştirmişlerdir. Tevrat’taki cennet, “Eden Bahçesi”, Sumerler’in cennet ülkesi olan Dilmun ile birbirine benzemektedir.



                        Tanrıçaların ağrısız, sancısız  doğumu, Havva’ya çocuklarını sancılarla elde etmesi ve sancılarla doğurması için yapılan lanetin , temelindeki gerçeği ortaya çıkarıyor. Enki’nin yasak bitkiyi yemesi ve yaptığı kötü davranış için lanetlenmesi. Adem ile havva’nın bildikleri ağacın meyvesini yemelerini ve her ikisinin bu günahkar hareketlerinden dolayı lanetlenmesi çok ilginç.



                        Fakat bu karşılaştırmaların en ilgi çekici olanı, Tevrat’taki Bütün yaşayanların annesi, HAVVA’nın Ademin Kaburgasından yaratılmasını anlatan ünlü kısmın Sumer şiiri yoluyla anlatılmasıdır. Niçin kaburga? Niçin İbrani öykü yazarları, Tevrat’a göre anlamı aşağı yukarı “ hayat veren hanım “ olan Havva’nın, vücudun başka organlarından değil de kaburgadan yaratılmasını uygun bulmuştur.



                        Eğer biz  Dilmun şiiri gibi Sumer örneğini Tevrat hikayesinin temelinde kabul edersek o zaman bunun nedeni açıklanmış olur. Sumer şiirinde Enkinin hasta organları arasında kaburga da vardır. Kaburganın Sumercesi Tİ dir. Enkinin kaburgasını iyi etmek için yaratılan tanrıçanın adı “ Kaburganın Hanımı “ anlamına geldiği gibi yaşatan hanım anlamına da gelir. Sumer edebiyatındaki kaburganın hanımı olan isim bir kelime oyunuyla Tevrat’ın cennet efsanesinde Havva olarak  “ Yaşatan Hanım “  anlamına dönüşmüştür.



                        Asur-Babil birliğini kuran kral I.Sargon ( MÖ. 2684-2630 ) un doğumu bir şiirle şöyle anlatılıyor.



                        Ben Agade ( Akat ) hakanı, kudretli hükümdar Sargon’um

                        Anam, aşağı tabakadanmış, babamı hiç bilmedim

                        Dağlılardanmış babamın erkek kardeşi.

                        Doğum yerim Fırat kıyısındaki Azurgirani kenti

                        Yoksul anam bana gebe kalınca saklamış

                        Gizli doğurmuş beni; sağlam bir sepete

                        Yerleştirip ırmaktan aşağı yollamış.

                        Batmadan boğulmadan gitmişim ırmağın sularonda

                        AKKİ bulmuş beni, tarlada su dağıtan Akki



                        Aldı öz oğlu gibi büyüttü de beni   

                        Kendine bahçıvan yaptı sonunda

                        Bahçıvanlık yapıyorum, İştar’ın sevgisini

                        Kazandım dört yıl hüküm sürdüm.



                        Kral I.ci Sargon’un yaşam öyküsüyle, Musa’nın yaşam öyküsünün bu kadar benzemesi de diğer benzeyişler kadar düşündürücü. Sargon’un asıl adı Şarruken dir, Sargon, suyun getirdiği, ya da su dağıtıcısı anlamındadır. Musa’nın anlamı da, suyun getirdiği, su adamı ya da suyun tohumu demektir.



                        Mezopotamyalılarda sosyal hayat, eğitim, adalet, vergi sistemi, ahlak kuralları konusundaki  gelişme düzeyi günümüzden pek farklı olmadıkları söylenebilir.



                        Sumer’lerin çivi yazısını icat etmeleri ve bunu geliştirmeleri Sumer okullarında başlar. MÖ.3000 li yıllarda yazı öğretmenliği ve  öğretim kitapları hazırlamayı düşünmüşlerdir. Sumer okullarının asıl amacı meslek öğretmektir. Müdür okul babası, öğrenciye okul oğlu, yardımcı öğretmene okul ağabeyisi deniyordu. Daha önce hazırlanmış silindir şeklindeki yazı kalıplarıyla yazıları bir matbaada olduğu gibi çoğaltıyorlardı.



                        MÖ.2000 li yıllarda Sumer’li bir öğrencinin rüşvet öyküsü şöyledir. Bir öğrencinin derslerini beğenmeyen ve onu döven öğretmeninin davranışlarından yıldığı için, babasına, öğretmeni eve davet ederek yumuşatması için bazı hediyeler vermesini önerir. Belki de bu insanlık tarihinin ilk belgelenmiş rüşvet olayıdır.



                        Gençliğin sorumsuzluğu sadece bu günün sorunu değil. 3700 yıl önceki bir kil tablet üzerine yazılmış öykü, insanlığın  pek zor geliştiğine güzel bir örnek.



                        Öyküde, baba oğluna, okula gitmesini, çalışkan olmasını, sokaklarda başı boş dolaşmamasını önerir. Babanın öğüdü şöyle sürüyor.



                        “ Şimdi gel, adam ol, meydanlarda durma veya caddelerde dolaşma. Sokakta dolaşırken etrafına bakma, alçak gönüllü ol, sınıf yöneticisine korkunu göster. Eğer ondan çekindiğini görürse seni beğenir.

                        Benim seninle olan ilgim aptalı akıllı yapmak içindir. Tatlı dille yılanı deliğinden çıkarmaktır. Sana yanlış işler yaptırmayacağım. Kalbim senim üzüntünden yorulduğundan artık senin için korkmaktan ve üzülmekten vazgeçiyorum.”



                        Kramer “ İnsanlığın sosyal ve ruhsal gelişmesi genellikle, yavaş ve zilzaklı olmuştur “ der. Demokrasi ve onun temel kurumu olan siyasal meclisi ele lalım. Yüzeyde bu,  Batı uygarlığının tekelinde ve son yüzyıllarda gelişmiş gibi görünüyor. Dünyanın demokratik kurumla pek az ilgisi olan bir bölümünde, bundan binlerce yıl önce, siyasal meclislerin olabileceğini kim tahmin edebilirdi. Yapılan kazılarda çıkarılan belgelerden, bunda 5000 yıl önce bir siyasal meclisin varlığını öğreniyoruz.



                        Bu yazılı belgelere göre MÖ.3000 yıllarında çok ciddi bir konu için toplanılıyor. Bu günkünden faklı olmayan iki meclis iş görüyor. Bunlardan birisi Senato veya yaşlılar meclisi, ikincisi ise eli silah tutan gençler meçlisi.



                        Toplantının konusu savaş, yaşlılar meclisi Senato barışı, gençler meclisi ise savaşı istiyor. Kral gençler meclisinin kararına uyuyor.



                        İlk yazılı sosyal reform MÖ. 2400 yılarında Lagaş kent devletinde yapılmıştır. Bu reform, vergileri çeşitlendirmek, yükseltmek ve mabedin mallarını çoğaltmak amacı ile büyük suistimallere girişen “ eski günlerin “ acımasız ve zorba bürokrasisine karşı yapılan bir harekettir.



                        İlk yasa kitabı MÖ.1750 yıllarında, ünlü Sami Kralı Hamurabi tarafından resmi olarak halka açıklandı. Bu yasa kitabı Sami dilinde çivi yazısıyla yazılmış, bir giriş ile daha çok baddua ile dolu bir sonuç kısmı arasında 300 e yakın yasa maddesini kapsamaktadır. Daha sonraki yıllarda çıkarılan tabletlerde daha eski yasalara rastlanmıştır.                                                         


                        Yasaları; adaletin yerine getirilmesi, mülke karşı işlenen suçlar, ticaret, evlilik, taarruz ve kısas, meslek adamlarına ait suçlar, tarım, ücretler ve tarifeler, esirler ve kölelerle ilgili başlıklarda toplandıklarını görüyoruz. Bu yasalardan ANA  İTTİSU yasalarından aile hukukuyla ilgili ilginç bir örnek.

                        Eğer bir kadın, kocasından nefret edip, sen benim kocam değilsin derse, onu ( kadını ) nehre atacaklardır.
                        Eğer koca karısına, sen benim karım değilsin derse, gümüşten ½ Mana tartacaktır.

                        Daha sonraki yıllarda Hamurabi yasalarında bu daha adil bir şekilde yasada yer almaktadır.

                        Eğer bir kadın, kocasından nefret edip sen beni karılığa alamazsın derse, onun kayıtları, bölgesinden incelenecektir. Eğer o kadın ( evine ve kendine  ) dikkatli ise ( evini ve iffetini koruyorsa ) ve kabahati yoksa, kocası ( evinden ) çıkmaya düşkünse, onu çok küçültüyorsa, o kadının kabahati yoktur. Çeyizini alıp babasının evine gidebilir.
                     
                        Eğer ( kadın kendisini ve evini  ) gözetmezse ve sokağa düşkünse, evini dağıtıyor, kocasını küçük düşürüyorsa, o kadını suya atacaklardır.

                        Yasalarda kısasa kısas esastır. Zaten bu gün de Sami dinlerinde bunu görüyoruz.

                        Eğer bir adam, bir adamın oğlunun gözünü kör ederse, onun gözü de kör olacaktır.
                        Eğer bir adamın kemiğini kırarsa, kemiğini kıracakladır.
                     
                        Eğer hekim, ağır yaralı adamın bronz neşterle üzerinde çalışıp adamın ölümüne sebep olursa veya adamın göz bölgesini bronz neşterle açıp, adamın gözünü kör ederse, ( hekimin ) bileklerini kesecekler.

                        Eğer bir adam, berberi zorlayıp ( bir kölenin ) kölelik belirtisi olan saçını anlaşılmayacak bir şekilde tıraş ettirirse, O adamı öldürecekler, kapısına asacaklar. Berber bilerek tıraş etmedim derse, serbest bırakılacak.

                        Krallar kralı Hamurabi’nin tesis ettiği adalet kanunları.(ve bunlarla) ülkeyi sağlam bir yönetime kavuşturan mükemmel kral Hamurabi diye başlar yasalar anıtındaki sözler. Bu yasalardan ilginç bir madde.

                        “İster evli kadınlar, ister dul kadınlar veya Asur’lu kadınlar olsun, sokağa çıkarlarken başlarını açmamış olacaklardır. Adamın kızları ya bir şal, ya bir giysi ile örtülü olmalıdırlar. Başları açık olmayacaktır. Yalnız olarak sokağa çıktıklarında, örtüneceklerdir. Sahibi ile sokağa çıkan cariyeler örtünecektir. Kocaya varmamış olanların sokakta başları açıktır, örtünmemelidir. Fahişe örtülü değildir, başı açıktır, örtülü bir fahişeyi gören olursa, onu tutuklayacak, şahitler çıkaracak, saray mahkemesine onu götürecek ve ona 50 sopa vurulacak.”

                        Görüldüğü gibi yasaların içeriği aynı zamanda o dönemin sosyal düşünce dünyasını da yansıtıyor. İnsanlar pek fazla değişmediği için,  suçlar da günümüze göre  hemen hemen aynı.

                        KAYNAKÇA .

 1-Tarih Sumerle Başlar  S. N. Kramer  T.T.Kurubu 1998

  2-Mısır ve Mezopotamya’da Matematik, Astronomi ve Tıp T.T.Kur. 1966

             3-Tanrılar Mezarlar ve Bilginler  C.W.Ceram      Remzi Yay.   1969

             4-Sumer,Babil, Asur Kanunları  Mebrure Tosun-Kadriye Yalvaç T.T.Kur.     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder