Cuma, Eylül 02, 2011

Osmanlı madalya geleneği, 1798 yazında Napoléon Bonaparte'ın, Memlûk ayaklanmasını bahane ederek Osmanlı yönetimindeki Mısır'ı aniden işgal etmesiyle başlar.

Bu ani saldırı karşısında şaşıran Osmanlı hükümeti, dönemin en güçlü ordularından birine karşılık vermektense, bazı önlemler almakla yetindi. Akdeniz çevresindeki birlikler, olası bir Fransız saldırsına karşı uyarıldı. Memlûklar, Fransızlara karşı ayaklanma düzenlemeye teşvik edildi. Sahil kentlerindeki askeri birliklerden, limanlara yaklaşacak İngiliz filolarını iyi karşılamaları istendi. Kuşkusuz III. Selim, Fransız işgaline karşılık bölgeye bir İngiliz müdahalesi olabileceğini öngörmüştü. Mısır, Hindistan'da var olmak isteyen İngilizler açısından önemli bir geçiş yoluydu. Nitekim Nelson'un donanması, 28 Temmuz günü Mısır kıyılarına vardı. İki ülkenin gemileri arasındaki muharebe, İngilizlerin üstünlüğüyle sonuçlandı. Osmanlı ile İngiltere arasında gelişen bu tesadüfi ittifak, imparatorlukta yankı uyandırdı. Osmanlı imparatorluk geleneğinin bir gereği olarak, Nelson ve İstanbul'daki İngiliz elçiliği, armağan ve şükran mesajlarıyla taltif edildi. Ancak Nelson'a sunulan mücevher çelenk, alışılagelmiş tarzların ötesine geçiyordu

Pavet de Courteille'in Doğu Türkçesi Sözlüğü 'nde verdiği tanıma göre, çelenk, «kişinin kahramanlık simgesi olarak başlığına taktığı tüy» anlamıyla, o dönemde bugünkü kullanımından farklılaşıyordu. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, çelenk Osmanlı askeri geleneğinde kurumsallaşmış ve 1820'lere kadar, askeri başarı gösterenlere verilen bir ödül olmaya devam etmiştir. Ancak Nelson'un çelengini olağandışı kılan, maddi değeri ve ilk kez bir gayrimüslime hediye edilmiş olmasıdır. O zamana dek, yabancıları onurlandırmak için sunulan hediyeler, genellikle yabancı elçilere verilen hil'at (şeref cübbesi), altın enfiye kutusu veya at ile sınırlıydı. Yüksek kalitedeki samur kürkler ise Osmanlı devlet erkânı için kullanılıyordu. Nelson'un çelengi, değeri itibarıyla, Osmanlı padişahlarının ve üst düzey bürokratların kavuğunu süsleyen sorguçlara benziyordu. Hatta Nelson'un çelenginin, Osmanlı padişahının kendi kavuklarından birinden çıkarılmış olduğu rivayeti ortalıkta dolaşıyordu. İngiliz Büyükelçisi Spencer, Nelson'un çelengiyle batı şövalyelik nişanları arasında karşılaştırma yapmakta ve onu badge, insignia gibi tabirlerle nitelendirmekte haksız değildi. Bir diğer ilginç husus ise 1799'da Nelson'a gönderilen ve hakkındaki rivayetlerin hâlâ esrarını koruduğu ikinci bir mücevherin, batı kamuoyunda «Hilâl Nişanı» olarak lanse edilmesidir. Osmanlı kaynakları, amirale gönderilen her iki objeyi de imparatorluğun sadık dostuna sunulmuş birer hediye olarak değerlendirirken, İngilizlerin bunları batı normlarına göre yorumlamaları, Osmanlılarda olmayan bir geleneği icat etmeleriyle sonuçlanıyordu. 21 Mart 1801'de Canope muharebesinde, Fransız ordusunun Osmanlı-İngiliz ittifakı karşısında tekrar yenik düşmesi, 27 Haziran 1801'de Fransızların Mısır'ı terk etmelerini sağlayacak bir ateşkesin imzalanması, 27 Ağustos'ta ise Mısır'daki son Fransız kalesinin düşmesiyle, bu topraklarda Osmanlı hakimiyeti yeniden sağlandı. İngilizlerin desteğiyle kazanılan başarılar, yeni bir madalya ihdasını gündeme getirdi ve 1801 tarihli Vak'a-i Mısriyye Madalyası, İngiliz kumandan, subay ve askerlere dağıtıldı.

[/t][/t]


Sultan III. Selim, başında sorguç anlamına gelen çelengiyle, Melling'in Voyage pittorsque de Constantinople et des Rives du Bosphore adlı kitabından İsa Akbaş Koleksiyonu
   Nişanın Yaygınlaştırılması, 1801-1812
Özellikle İngiliz Büyükelçisi Spencer'ın aktif rol oynadığı icat süreciyle, Osmanlı taltif araçları, Avrupa'da çoğunlukla Haçlı Seferleri'nden beri süregelen batılı örneklerle yakınlaşmaya başladı. Ancak batıda, asaletten ziyade askeri ve sivil liyakatı mükafatlandırmaya yönelik modern anlamdaki nişan ve madalyaların ihdası, Napolyon Savaşları ile hızlandı. Bu bağlamda, Osmanlı'nın batılı taltif araçlarına hızla uyum sağladığı söylenebilir. Ancak süreçte ilginç olan nokta, bu âlametlerin Osmanlı tebaasından hiçkimseye sunulmamış olması, imparatorluğun askeri ve sivil bürokrasiyi geleneksel araçlarla taltif etmeye devam etmesidir. Bir diğer ilginç husus ise batı dünyasının 15. yüzyıldan başlayarak Osmanlı'yı yücelten ve onun Avrupa diplomasisine dahil edildiğini gösteren antlaşmaların anısına madalya ihdas etmesidir. Yeni devlet sembolleri yaratma ihtiyacına paralel olarak, III. Selim döneminde sancaklarda kullanılan «kırmızı zemin üzerine sekiz köşeli yıldız ve hilal» motifi ise devletin ürettiği bir başka araç olan Vak'a-i Mısriyye madalyasına da yansımıştır. Osmanlı taltif araçlarının batılılaşmasıyla, Avrupa diplomasisindeki hareketlilik arasındaki parallellik de dikkat çekicidir. Bu süreç, Osmanlı'nın ilk daimi temsilciliğinin Avrupa'da kurulmasından, ittifaklarla diplomasi trafiğinin hızlanmasına kadar uzanacaktır. 1798-1801 yıllarını kapsayan ilk safha, daha ziyade İngiliz-Osmanlı ittifakını vurgularken, 1801'de duraklayıp 1806'da tekrar başlayan ikinci safha, III. Selim ile Napoléon Bonaparte arasında imzalanan barış antlaşmasının ardından, Fransa ile ilişkilerin düzeldiğini işaret eder. Hatta Hilal Nişanı, bu kez İngiliz donanmasına karşı Osmanlı'yı koruyacak Fransızlar için ihdas edilmek üzere yoluna devam eder. Bu süreçte, nişanların taltif aracından bir ittifak sembolüne dönüştüğünden bahsedilebilir. Avrupa devletlerinin Osmanlı nişanlarını kapmak için birbirleriyle rekabete girmeleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Zamanla kapitülasyonlara benzer şekilde, nişan ve madalyalar, Osmanlıların Avrupalılara hoş görünmek için dağıttıkları birer imtiyaz sembolü haline dönüşür. Batılı devletler ise bu taltiflere karşılık verme ihtiyacı hissetmez, mükafatlandırma eylemi tek taraflı kalır.

 

Kıyafet Reformu ve Rütbe Nişanları, 1827-1851
 
Bir Osmanlı subayı portresi, çift ok nişanı ve topçuluk nişanıyla birlikte,
 İsa Akbaş Koleksiyonu
 
II. Mahmud dönemindeki askeri reformlar, bir yandan Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılışıyla batılı düzene geçişi simgelerken, diğer yandan geleneksel üniformaların kaldırılışını gündeme getirdi. Fesin kullanımını gerektiren askeri kıyafet reformu, kısa zamanda mülki ve sivil bürokrasi alanında da yaygınlaştı, resmi dairelerde ceket, pantolon uygulaması başladı. Kıyafet alanındaki hızlı dönüşüm, yavaş yavaş oturmaya başlayan nişan ve madalya geleneğinde de değişim yarattı. Çünkü çelenk, kürk ve diğer taltif işaretleri yeni kıyafetlerle uyum sağlamıyordu. Yeni dönemde ortaya çıkan nişanlardaki en önemli farklılık, alametlerin Osmanlı tebaasına da verilmeye başlaması, bir kargaşa döneminden sonra, belli bir hizmet ve başarı karşılığında verilen ödüllerle otomatik olarak verilen nişanların ayırt edilebilir hale gelmesidir.
Düzoğlu Boğos'un Nişan Albümü, 1851
1840'ların sonlarına doğru, Osmanlı alametleri belli bir standardizasyon ve istikrara kavuştu. Bu tarihlerde, Dözoğlu Boğos'a atfedilen ve saraya takdim edilen bir nişan albümünün ortaya çıkışı, standardizasyon çabası çerçevesinde değerlendirilebilir. Hoca Boğos Düzyan (1797-1871), 1839'dan 1853'e kadar Darbhane-i Amire başkuyumcusu olmuştur. Sultan Abdülmecid dönemine (1839-1861) ait olan albüm, 401 objeyi, ait oldukları kişi, rütbe veya mevkiye göre tanımlıyordu. Albüm, 1820'lerden 1840'ların sonuna kadar, Osmanlı alametlerinin geçirdiği evrime ve bunların yapımında üç tür maddenin kullanıldığına işaret etmektedir: Altın, yaldızlı gümüş (yaldızlı sim) ve gümüş (sim). Aralarındaki farkın ayırt edilmesinde, üzerlerinde kullanılan elmasların türü ve adedindeki farklılıklar da önemli bir unsurdu.
 
Birinci, ikinci ve üçüncü rütbe Nişan-ı İmtiyaz, Düzoğlu Boğos’un (1797-1871) kağıt üzerine çizimi,                       
 Topkapı Sarayı Kütüphanesi Koleksiyonu
 
 
Nişan-i İftihar, 1831-1918
 
Murassa İmtiyaz Nişanı,  yakl. 1840, altın, gümüş, mine ve elmas,
 İstanbul Arkeoloji Müzeleri İslami Sikkeler Bölümü Koleksiyonu
 
Nişan-i İftiharın kuruluş tarihi tartışmalıdır ve 1831 yılından 1834 senesine kadar uzanmaktadır. Aynı zamanda, Nişan-i İftihar terminolojisinin ne türden taltif ve mükafat araçlarını kast ettiği konusu da son derece muğlaktır. Bazen aynı nişanın «nişân-ı zî-şân» veya «Nişan-i İmtiyaz» gibi isimlerle anıldığı durumlara da rastlanmaktadır. Bu muğlak terminolojiden varılacak sonuç, Osmanlıların âlametler, nişanlar ve madalyalar arasındaki farklılığı Batılı anlamda henüz yorumlamamış olmasıdır. Bu nedenle, Nişan-i İftihar, rütbe âlametlerinden gerçek nişan türünden mükafatlara kadar uzanan geniş bir yelpazeyi içine almıştır. İftihar kelimesinin taşıdığı anlam ise, verilen mükafatın alan kişiye şan getirmesiydi. İftihar nişanlarının tamamı değerlendirildiğinde, bazı genelleyici kanılara varılabilmektedir: Bazıları belirli bir işlevle ihdas edildiklerinden tek olarak üretilmişlerdi. Bir kısmı, verildikleri kişilerin mevkileriyle ilişkilendirildiklerinde Avrupa'daki apolet ve askeri âlametlere tekabül ediyordu. Diğer bir kısmı ise, mevki ve rütbeden bağımsız, liyakat temeli üzerine kurulu taltif araçlarını kapsıyordu. Batılı örneklere paralel olarak, iftihar nişanları da bir berat eşliğinde veriliyordu.
1851 yılının sonlarına doğru, hükümet, nişan ve alametlerin Darbhane-i Amire'ye teslim edilmesi yönünde bir karar çıkardı. Kararı takiben, Mecidi Nişanı ihdas edildi. Yeni nişan, hem modern anlamda bir liyakat nişanının bütün gereklerini yerine getiriyor hem de devlet bütçesi için masraflı olmaya başlayan «murassa» ve «mücevher» alametler geleneğini ortadan kaldırıyordu. İftihar nişanı, 1851'den sonra, az sayıda ve üst düzey devlet erkânına dağıtılmaya devam etti.



Bir Osmanlı subayı portresi, çift ok nişanı ve topçuluk nişanıyla birlikte,
 İsa Akbaş Koleksiyonu
  II. Mahmud dönemindeki askeri reformlar, bir yandan Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılışıyla batılı düzene geçişi simgelerken, diğer yandan geleneksel üniformaların kaldırılışını gündeme getirdi. Fesin kullanımını gerektiren askeri kıyafet reformu, kısa zamanda mülki ve sivil bürokrasi alanında da yaygınlaştı, resmi dairelerde ceket, pantolon uygulaması başladı. Kıyafet alanındaki hızlı dönüşüm, yavaş yavaş oturmaya başlayan nişan ve madalya geleneğinde de değişim yarattı. Çünkü çelenk, kürk ve diğer taltif işaretleri yeni kıyafetlerle uyum sağlamıyordu. Yeni dönemde ortaya çıkan nişanlardaki en önemli farklılık, alametlerin Osmanlı tebaasına da verilmeye başlaması, bir kargaşa döneminden sonra, belli bir hizmet ve başarı karşılığında verilen ödüllerle otomatik olarak verilen nişanların ayırt edilebilir hale gelmesidir.
Düzoğlu Boğos'un Nişan Albümü, 1851
1840'ların sonlarına doğru, Osmanlı alametleri belli bir standardizasyon ve istikrara kavuştu. Bu tarihlerde, Dözoğlu Boğos'a atfedilen ve saraya takdim edilen bir nişan albümünün ortaya çıkışı, standardizasyon çabası çerçevesinde değerlendirilebilir. Hoca Boğos Düzyan (1797-1871), 1839'dan 1853'e kadar Darbhane-i Amire başkuyumcusu olmuştur. Sultan Abdülmecid dönemine (1839-1861) ait olan albüm, 401 objeyi, ait oldukları kişi, rütbe veya mevkiye göre tanımlıyordu. Albüm, 1820'lerden 1840'ların sonuna kadar, Osmanlı alametlerinin geçirdiği evrime ve bunların yapımında üç tür maddenin kullanıldığına işaret etmektedir: Altın, yaldızlı gümüş (yaldızlı sim) ve gümüş (sim). Aralarındaki farkın ayırt edilmesinde, üzerlerinde kullanılan elmasların türü ve ade
 
Birinci, ikinci ve üçüncü rütbe Nişan-ı İmtiyaz, Düzoğlu Boğos’un (1797-1871) kağıt üzerine çizimi,                       
 Topkapı Sarayı Kütüphanesi Koleksiyonu
Nişan-i İftihar, 1831-1918
 
Murassa İmtiyaz Nişanı,  yakl. 1840, altın, gümüş, mine ve elmas,
 İstanbul Arkeoloji Müzeleri İslami Sikkeler Bölümü Koleksiyonu
 
Nişan-i İftiharın kuruluş tarihi tartışmalıdır ve 1831 yılından 1834 senesine kadar uzanmaktadır. Aynı zamanda, Nişan-i İftihar terminolojisinin ne türden taltif ve mükafat araçlarını kast ettiği konusu da son derece muğlaktır. Bazen aynı nişanın «nişân-ı zî-şân» veya «Nişan-i İmtiyaz» gibi isimlerle anıldığı durumlara da rastlanmaktadır. Bu muğlak terminolojiden varılacak sonuç, Osmanlıların âlametler, nişanlar ve madalyalar arasındaki farklılığı Batılı anlamda henüz yorumlamamış olmasıdır. Bu nedenle, Nişan-i İftihar, rütbe âlametlerinden gerçek nişan türünden mükafatlara kadar uzanan geniş bir yelpazeyi içine almıştır. İftihar kelimesinin taşıdığı anlam ise, verilen mükafatın alan kişiye şan getirmesiydi. İftihar nişanlarının tamamı değerlendirildiğinde, bazı genelleyici kanılara varılabilmektedir: Bazıları belirli bir işlevle ihdas edildiklerinden tek olarak üretilmişlerdi. Bir kısmı, verildikleri kişilerin mevkileriyle ilişkilendirildiklerinde Avrupa'daki apolet ve askeri âlametlere tekabül ediyordu. Diğer bir kısmı ise, mevki ve rütbeden bağımsız, liyakat temeli üzerine kurulu taltif araçlarını kapsıyordu. Batılı örneklere paralel olarak, iftihar nişanları da bir berat eşliğinde veriliyordu.
1851 yılının sonlarına doğru, hükümet, nişan ve alametlerin Darbhane-i Amire'ye teslim edilmesi yönünde bir karar çıkardı. Kararı takiben, Mecidi Nişanı ihdas edildi. Yeni nişan, hem modern anlamda bir liyakat nişanının bütün gereklerini yerine getiriyor hem de devlet bütçesi için masraflı olmaya başlayan «murassa» ve «mücevher» alametler geleneğini ortadan kaldırıyordu. İftihar nişanı, 1851'den sonra, az sayıda ve üst düzey devlet erkânına dağıtılmaya devam etti.
 
 
 
Murassa İmtiyaz Nişanı,  yakl. 1840, altın, gümüş, mine ve elmas,
 İstanbul Arkeoloji Müzeleri İslami Sikkeler Bölümü Koleksiyonu
 
Nişan-i İftiharın kuruluş tarihi tartışmalıdır ve 1831 yılından 1834 senesine kadar uzanmaktadır. Aynı zamanda, Nişan-i İftihar terminolojisinin ne türden taltif ve mükafat araçlarını kast ettiği konusu da son derece muğlaktır. Bazen aynı nişanın «nişân-ı zî-şân» veya «Nişan-i İmtiyaz» gibi isimlerle anıldığı durumlara da rastlanmaktadır. Bu muğlak terminolojiden varılacak sonuç, Osmanlıların âlametler, nişanlar ve madalyalar arasındaki farklılığı Batılı anlamda henüz yorumlamamış olmasıdır. Bu nedenle, Nişan-i İftihar, rütbe âlametlerinden gerçek nişan türünden mükafatlara kadar uzanan geniş bir yelpazeyi içine almıştır. İftihar kelimesinin taşıdığı anlam ise, verilen mükafatın alan kişiye şan getirmesiydi. İftihar nişanlarının tamamı değerlendirildiğinde, bazı genelleyici kanılara varılabilmektedir: Bazıları belirli bir işlevle ihdas edildiklerinden tek olarak üretilmişlerdi. Bir kısmı, verildikleri kişilerin mevkileriyle ilişkilendirildiklerinde Avrupa'daki apolet ve askeri âlametlere tekabül ediyordu. Diğer bir kısmı ise, mevki ve rütbeden bağımsız, liyakat temeli üzerine kurulu taltif araçlarını kapsıyordu. Batılı örneklere paralel olarak, iftihar nişanları da bir berat eşliğinde veriliyordu.
1851 yılının sonlarına doğru, hükümet, nişan ve alametlerin Darbhane-i Amire'ye teslim edilmesi yönünde bir karar çıkardı. Kararı takiben, Mecidi Nişanı ihdas edildi. Yeni nişan, hem modern anlamda bir liyakat nişanının bütün gereklerini yerine getiriyor hem de devlet bütçesi için masraflı olmaya başlayan «murassa» ve «mücevher» alametler geleneğini ortadan kaldırıyordu. İftihar nişanı, 1851'den sonra, az sayıda ve üst düzey devlet erkânına dağıtılmaya devam etti.

 




 

Birinci, ikinci ve üçüncü rütbe Nişan-ı İmtiyaz, Düzoğlu Boğos’un (1797-1871) kağıt üzerine çizimi,                       
 Topkapı Sarayı Kütüphanesi Koleksiyonu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder