Tanrı sembolleri takıyı yarattı
Öncelikle tanrı krallar ve rahipler, sahip oldukları güçleri üzerlerinde taşıdıkları sembollerden alırlardı. Onlar kendilerine tanrılarınca bağışlanmış şeylerdi. Bu bağışlanmış simgeler o zamana kadar keşfedilmiş kıymetli taş ve madenlerden yapılırlardı. İşte bu sembollerdir ki günümüz takılarının menşeidir. İnsanoğlu binlerce yıl içinde kurduğu çeşitli medeniyetlerle kendi yapar kendi tapar misali icad ettikleri tanrıları ile belki bilerek, belki de bilmeyerek günümüz kuyumculuğunun temellerini atmış oluyorlardı. Ortaya koydukları birçok eserle de gerçekten insanı hayrete düşürecek derecede başarılı olmuşlardır. O eserlerdir ki, bugün dünya müzelerini süslemektedir. Özellikle altın ve gümüş üzerine kıymetli taşlarla bezenmiş olanlar günümüz sanatçı ve eleştirmenlerini hayrete düşürecek derecede estetik ölçülere sahiptirler. Kaynağını çok tanrılı dinlerden aldığını belirttiğimiz takılar, semavi dinler içinde de kendilerine yer bulmada zorlanmadılar ve gecikmediler. İşte binlerce yıllık geçmişi olan Türk toplumu da değişe gelişe özellikle de doğum ve evlilik gibi mutlu günlerle töreleştirdiği adetleriyle büyük bir medeniyet meydana getirmiştir. Orta Asya’dan başlayıp çeşitli adlar altında kurdukları çok sayıdaki Türk devletleriyle, dünya giyim kuşam sanatına, büyük katkılarda bulunmuşlardır. Öncelikle Uygur Türkleri, daha sonraları da Selçuklu ve en önemlisi ise Osmanlı medeniyeti, bütün dünyayı uzun müddet hayran bırakmıştır.
Makineleşme sanatı bozdu
Ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru, bizde ve dünyada makineleşme, kuyumculuk ve takı sanatına büyük darbe vurmuştur. Santrüfüj döküm tekniği ve pres usulü ile birbirinin aynı binlerce takı kısa zamanda piyasaya sürülür olmuştur. Bir kitabı binlerce basarsınız, bir kaseti binlerce çoğaltırsınız. Bu yaygın eğitim, bilgilenme ve de eğlenmek için doğrudur. Ama sanat eseri için asla. Herkesin kulağında aynı küpe, herkesin bileğinde aynı bilezik ve herkesin evinde aynı tablo. İçinde sanatkarın ruhu ve nefesi olmayan şey sanat değildir. Zaten tekrar edilen şey sanat olamaz. Sanat fidanı iltifat gördüğü yerde yeşerir. İşte bu sayımızdan başlayarak, Anadolu kültüründe binlerce yıllık birikim sonucu oluşan takı kültürünü işleyeceğiz. Geçmişte emek verilen, alınteri dökülen eserlerden örnekler vereceğiz. Bunların arasında Anadolu’da bir kültürel birikim olan küpe, tepelik, gerdanlık, bazubent, bilezik, yüzük, kemer tokaları, Mühr-i Süleyman, ayna gibi eserleri ele alacağız.
Küpeler
Kulak memesine açılan deliğe, tel marifetiyle geçirilen takı. Burada da “aklın yolu birdir” sözünü hatırlamak gerekiyor. Zira birbirlerini tanımayan, dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan insan toplulukları, konu süslenmek olduğunda küpeyi keşfetmişlerdir. Buradan hareketle sanatın da bütün takıların da böyle doğup böyle geliştiği hükmüne varabiliriz. Ne var ki, bütün takılar, onu kullanan kavimlerin kişilikleri ile bütünleşmiştir. Bu da insanoğlunun en takdire şayan yönünü ortaya koymasında yatmaktadır. Küpenin kaynağının tılsım olduğunu bilmem ama, türkçemizde “kulağına küpe olsun” (onu unutma, hatırla, bu sana ders olsun) sözünün bir manası olsa gerektir. Genelde kadınların kullandığı bu takıların eski dönemlerde erkeklerce de kullanıldığı bilinmektedir. Onun da sebebi maddi veya manevi köleliğin simgesidir. Mesela tarihte bazı devlet adamlarının da küpe taktıkları bilinir. Bunların başında büyük Türk Sultanı Yavuz Sultan Selim (1470-1520) gelmektedir. Küpelerde en çok mıhlama tekniği kullanılmıştır. Bu teknikle çok güzel murassa, kıymetli taşlarla bezenmiş küpeler yapılmıştır. Bu tekniğin dışında özellikle pırlanta etkisi yapan güverseli küpeler, incinin bol olduğu yörelerde ve incinin itibar gördüğü yörelerde de çokça incili küpeler yapılmıştır.
Ayrıca, küpe, bilezik ve kemer tokaları, çoğu zaman aynı teknikle yapılmışlardır. Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprağı, başta; Hitit, Lidya, Urartu, İyon ve Troya olmak üzere çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmasından dolayı, dünya müzeleri ve bizim müzelerimiz bu medeniyetlerin kuyumculuk eserleri ile doludur. Bu medeniyetlerin sonraki mirasçıları ise önce Doğu Roma, ardından Anadolu Selçukluları, onun ardından da Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Özellikle Selçuklu ve Osmanlılar Orta Asya’dan getirdikleri maden sanatı teknikleri ile- ki Ruslar Asya Türklerine “Kuznetski” (demirci, madeni işleyen) derlerdi- yeni ve farklı eserler ortaya koyarak dünya kuyumculuk sanatına büyük katkıda bulunmuşlardır.
Birçok takı çeşidinde olduğu gibi küpelerde de birer itibar, asalet ve gösteriş sembolleriydiler. Kıymetli ve yarı kıymetli taşlarla kullanılarak yapılanlarının yanı sıra, kuyumculuk tekniklerinin tamamına yakını küpelerde kullanılmıştır. Bu tekniklerin başında, kıymetli taşlarla yapılan Alaturka ve Alafranga mıhlamalardır. Bunun dışında telkârî, testere işli oygu , kakma, çakma, vb. kullanılmıştır. Küpelerde tekniklerin yanı sıra sembolleşmiş çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Bunların dışında “Mu” daha sonraları haç, altılı ve beş köşeli yıldızlar, ay ve tabiattan stilize edilmiş göz, el (Fatma’nın eli), yaprak, çiçek, böcek, kartal, aslan gibi çeşitli hayvanlardır. Günümüz kuyumculuğunda da eski eserler, taklit edilmelerinin yanı sıra, birçok ustalara kaynaklık yapmaktadır. Zaten dünü bilmeden günü kazanmak mümkün olmaz
Takı Tarihi insanlık tarihiyle yaşıt
Günümüzde kadınların vazgeçilmez aksesuarları arasında yer alan takı ve mücevherin öyküsü insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Tarihte ilk takılar deniz kabukları ve hayvan dişlerinden yapılırken, dünyada gerçek anlamda ilk kuyumculuk Mezopotamya’da ortaya çıkarak yayılmış.
Modern insanın kültürel ve biyolojik evrimini tamamladığı buzul çağının son evresinde, yani günümüzden 30-40 bin yıl öncesinde, ilkel sanatın ilk ürünlerinden biridir takılar. Takının tarihte dans, müzik ve beden süsleme gibi sanat ürünleriyle birlikte ortaya çıktığı tahmin ediliyor. Deniz kabukları, hayvan dişleri ve yumuşak taşlardan yapılan takılar daha çok dinsel ve büyüsel anlamlar taşıyordu. Madeni işleme şeklindeki kuyumculuk, M.Ö. 3. bin yılın başlarında, Mezopotamya ve Mısır’da önemli aşamalar kaydeder. Bu bölgeden ticari ilişkiler, diplomatik armağanlar, istilalar ve göçlerle kuyumculuk teknikleri ve takı formları dünyanın dört bir yanına ulaşır. Bugün bile kullanılan granilasyon, telkari, döküm teknikleri ve süs kakmalar Mezopotamya ve Mısır’da geliştirilerek, başarılı bir şekilde uygulanmıştır. Dokuz Eylül Üniversitesi, Taş ve Metal İşlemeciliği Programı Öğretim Görevlisi ve Kuyumculuk Tarihi Araştırmacısı Arkeolog Dr. Altan Türe, takı ve mücevherin öyküsünü Gold News okuyucuları için anlattı.
Takı, tarihte nasıl ortaya çıktı? Takının tarihi insanlığın kültür tarihi kadar eskidir. Arkeolojik ve antropolojik veriler bize ilk sanat ürünlerinin dans, müzik, takı ve beden süsleme olduğunu gösteriyor. Günümüzden yaklaşık 35 bin yıl kadar önce bu sanat ürünleri birdenbire karşımıza çıkıyor. İlk takılar dinsel ve büyüsel anlamlar taşıyordu. Kabile simgeleri olarak kullanılıyorlar. Malzeme olarak deniz kabukları, hayvan dişleri ve yumuşak taşlar kullanılıyordu. Tarım ve hayvancılığın başladığı yerleşik kültürlerin ortaya çıktığı çağda günümüzden 7 bin yıl önce ilk maden takılarla karşılaşıyoruz. Burada doğal, saf kurşunlar soğuk dövme teknikleriyle işleniyor. Apetik, florit ve obsidyen gibi renkli taşların ilk kez bu dönemde cilalanarak ve parlatılarak boncuk formuna getirilerek kullanıldığını görüyoruz. Yine bu dönemin sonuna doğru M.Ö. 4. bin yılda maden talebi artıyor. İnsanoğlu yeni madenler ararken 4. bin yılın başında ilk doğal altın ve gümüş madenlerini buluyor. Bu dönemde aynı zamanda ilk siyasi yapılar ve şehir devletleri de kuruluyor. Böylece tabakalı toplumlar ve statü simgeleri ortaya çıktı.
Bütün bunlar hangi uygarlık döneminde ortaya çıkıyor? Takı, tarihte nasıl ortaya çıktı? Takının tarihi insanlığın kültür tarihi kadar eskidir. Arkeolojik ve antropolojik veriler bize ilk sanat ürünlerinin dans, müzik, takı ve beden süsleme olduğunu gösteriyor. Günümüzden yaklaşık 35 bin yıl kadar önce bu sanat ürünleri birdenbire karşımıza çıkıyor. İlk takılar dinsel ve büyüsel anlamlar taşıyordu. Kabile simgeleri olarak kullanılıyorlar. Malzeme olarak deniz kabukları, hayvan dişleri ve yumuşak taşlar kullanılıyordu. Tarım ve hayvancılığın başladığı yerleşik kültürlerin ortaya çıktığı çağda günümüzden 7 bin yıl önce ilk maden takılarla karşılaşıyoruz. Burada doğal, saf kurşunlar soğuk dövme teknikleriyle işleniyor. Apetik, florit ve obsidyen gibi renkli taşların ilk kez bu dönemde cilalanarak ve parlatılarak boncuk formuna getirilerek kullanıldığını görüyoruz. Yine bu dönemin sonuna doğru M.Ö. 4. bin yılda maden talebi artıyor. İnsanoğlu yeni madenler ararken 4. bin yılın başında ilk doğal altın ve gümüş madenlerini buluyor. Bu dönemde aynı zamanda ilk siyasi yapılar ve şehir devletleri de kuruluyor. Böylece tabakalı toplumlar ve statü simgeleri ortaya çıktı.
Verimli hilal denilen İran, Akdeniz kıyı şeridi Mezopotamya ve Mısır’ın yer aldığı bölgede ortaya çıkıyor. Bu bölge tarım ürünleri bakımından bereketli ancak hammadde kaynakları yok. Bu nedenle Mezopotamyalı tüccarlar alışveriş için Anadolu’ya gelerek koloniler kurarak buralardan bakır, gümüş ve altın Afganistan’dan da kalay getiriyorlar. Bir grup sanatçı Mezopotamya’dan kalkıp Anadolu’ya geliyor. Örneğin Truva takıları böyle ortaya çıkmıştır. Kuyumculuk teknikleri Mısır ve Mezopotamya orijinli olarak çıkıyor ve bütün Akdeniz çevresine ve Avrupa içlerine yayılıyor.
Bilinen en eski kuyumculuk objesi ve takı hangisi?
İşin güzel tarafı tüm kuyumculuk objeleri birlikte ortaya çıkıyor. En eski kuyumculuk ürünleri Mezopotamya’da Ur şehrinin kral mezarlığından çıkartılmıştır. Bugün bile bir kuyumcu vitrinine koyun, müşteriyi çekecek mükemmelliktedir.
Takı ve mücevhere yüklenen anlamlar değişti mi?
Bence değişmedi. Dikkat ederseniz bir takı ve mücevher tasarlanırken öncelikle kime yapacağız sorusunu cevaplandırmaya çalışırız. Eğer genç bir kesime takı yapılacaksa modasal çizgide birbirine benzer koleksiyonlar yapılır. Ama yaş 30’un üstüne çıktığı zaman toplumsal statü de yükseldiği için kendi kişiliğini daha çok ifade edecek koleksiyonlar tercih edilir. Hangi meslek grubunda olduğumuzu göstermek için hala altın rozetler kullanıyoruz. Eski kabile toplumlarında takı hem kabile kimliğini işaret etmek için kullanılırdı. Takı aynı zamanda kabile içindeki alt sınıfları gösterirdi. Kadınların genç kız, nişanlı ya da evli olduğunu giysisinden saç tuvaletinden ve takısından tanımak mümkündü. Aynı statü işaretleri bugün modern toplumlarda da var.
Peki, kuyumculuk Türk uygarlıklarında ne zaman başladı ve gelişti?
Sibirya’da İskit anıt mezarları (kurgan) açıldı. İskitler, bozkırın tüm halklarını kapsıyor. 7. yüzyıla ait İskit kurganlarında mükemmel sanat eserleri ortaya çıkarıldı. Ölüm sonrası yaşam için hediyelerle donattıkları mezarların bazılarında usta kuyumcuların elinden çıkma altın kakma, ya da kaplama silahlar, altın heykelcikleri, koşum takımlarını süsleyen altın rölyefler, altın plakalarla kaplanmış tören elbiseler bozkır halklarının altına statü göstergesi olarak değer verdiklerini gösteriyor.
Türk devletlerinde en iyi altın işlemeciliğini hangi uygarlıklar yaptı?
Bizans tarihçileri, Göktürkler’in demir ve altın işlemeciliğinde mükemmel olduğunu söylerler. Macaristan’da Avar Türkleri’ne ait definelerde mükemmel sanat eserleri bulunmuştur. Eski Hun takıları, anıtsal ve son derece gösterişli. Doğu kültürlerinde sanat, daha ziyade sarayın dediklerinin ifadesidir. Örneğin Osmanlı’da gelenekselliğe bağlanıp gelenekseli kendi içinde mükemmelleştirme eğilimi görülüyor Batı’da bu yoktur sürekli bir yenilik arayışı vardır
15. yüzyıldan 21. yüzyıla Pırlanta
“Pırlanta Günleri” kapsamında düzenlenen 15. yüzyıldan 21. yüzyıla aşk pırlantaları fotoğraf sergisi büyük ilgi topladı. Sergide pırlantanın geçmişten bugüne yaşadığı gelişim süreci ele alındı. Bir aşk sembolü olarak elmasın altın halka ile buluşması ise 15. yüzyılın sonlarında gerçekleşti.
Yunanlıların gözünde tanrının gözyaşları, Romalılar için de yıldızlardan kopan parçalar… elması çevreleyen bu sihir onu, dünyanın en çok aranan mücevherlerinden biri haline getirmiş. Doğanın en nadide ve değerli armağanlarından biri olan elmas , milyarlarca yıl önce dünyanın kalbinde neredeyse zamanın başlangıcında oluşmuş.
Elmasın tarih boyunca süregelen hikayesi tutku, entrika ve gizemlerle dolu. Bu değerli madenin işlenmesiyle oluşan pırlanta ise geçmişten bugüne aşkın ve ihtirasın sembolü oldu…
Parıltısıyla kadınları yüzyıllardır cezbeden pırlanta, 1470 yılında aşkı anlatan yeni bir dil haline geldi. Avusturya Arşidükü Maximilian, eşi Burgundy’li Mary’e elmas bir yüzük taktı. Bu, ilk resmi aşk armağanı olan pırlantalı yüzük olarak bilinir. Günümüzün baget kesimini andıran pırlantalarla bezeli yüzük, Maximilian’ın başharfi M şeklinde tasarlanmıştı.
Diamond Trading Company (DTC) göz kamaştırıcı bir sergiye ev sahipliği yaptı. Eylül ayında İstanbul Harbiye Askeri Müze’de, Tüm zamanların aşkı: “Kadın ve Pırlanta” temalarıyla gerçekleştirilen Pırlanta Günleri , büyük ilgi topladı. Serginin en önemli amacı, tüketiciyi pırlanta konusunda bilgilendirmekti. Bu nedenle tüketiciler, sergi boyunca bir kadının mezuniyet, doğum günü, evlilik, doğum gibi yaşamının pek çok özel döneminde ona eşlik eden, o özel anları ölümsüzleştiren pırlantaları yakından görme ve deneme imkanı buldular.
Pırlanta Günleri kapsamında her dönemde ışıltısı ve zarafetiyle heyecan veren pırlantanın, yerkabuğunun derinliklerinden bir kadının zarif teninde göz alıcı bir mücevher olana kadar geçirdiği yolculuk, 15. yüzyıldan 21. yüzyıla aşk pırlantaları fotoğraf sergisinde yer aldı.
Aşk ve sevginin simgesi pırlantanın tarihi
15. Yüzyıl
Değerli taşla süslü altın halka, ortaçağda soyluların evliliklerini ilan etme yoluydu. Bir aşk sembolü olarak elmasın altın halka ile buluşması ise 15. Yüzyılın sonlarını buldu. Pırlanta, aşkı anlatan yeni bir dil oldu. Yıl 1470... Avusturya Arşidükü Maximilian, eşi Burgundy’li Mary’e elmas bir yüzük taktı. Bu, ilk resmi aşk armağanı olan elmas yüzük olarak bilinir. Günümüzün baget kesimini andıran elmaslarla bezeli yüzük, Maximilian’ın başharfi M şeklinde tasarlanmıştı.
16. Yüzyıl
16.yüzyılda kuyumculuk, kraliyet desteğiyle gelişme gösterdi. Ve elmas, kraliyet nişan ve evliliklerinin en gözde armağanı oldu.16. yüzyılda özellikle aristokrat sevgililer, elmasları bir kalem gibi kullanarak sevgi sözcüklerini camlara yazdılar ve flört ederken etkileyici bir yol buldular.
17. Yüzyıl
Yüzükler önce başparmağa takılırdı. Sonra, Hıristiyan düğün töreninde, papazın “Baba... Oğul... Ve Kutsal Ruh adına...” diyerek üç parmağa dokunması ve yüzüğü dördüncü parmağa takması beklenirdi. Romantik inanışa göre ise, yalnızca dördüncü parmaktaki damar doğrudan aşkın yuvası olan kalbe gidiyordu.
18. Yüzyıl
18. yüzyılda Brezilya’da elmas madenleri bulundu. Böylece elmas, kuyumcuların ana faaliyet alanına girdi. Orada keşfedilen elmaslar, Fransız Kraliyet Mücevherleri arasında yerlerini aldı, kraliyet nişan ve düğünlerinin ayrılmaz parçası oldu.
19. Yüzyıl
Bu bereket dolu çağda elmasların keyfini en çok çıkaran Kraliçe Viktorya oldu. Onun saltanatı döneminde İngiliz Kraliyeti’ne muhteşem elmaslı mücevherler armağan edildi.
20. Yüzyıl
20. yüzyılda romantizm farklılık gösterse de pırlanta, aşkın vazgeçilmez sembolü olmaya devam etti. Yeni taşların kesimleri mücevhercinin ustalığını öne çıkardı.
Monaco Prensi’nin Grace Kelly’ye armağan ettiği 12 karatlık elmas yüzük... Audrey Hepburn’ün Breakfast at Tiffany’s filminde taktığı birbirinden güzel pırlantalar... Dünyanın en ünlü yüzlerinden Marilyn Monroe’nun görkemli pırlantaları... Richard Burton’un Elizabeth Taylor’a verdiği 10 milyon doların üzerinde değer biçilen 33 karatlık Krupp ve damla şekilli 69 karatlık Taylor-Burton pırlantası... Hepsi 20. Yüzyılın unutulmaz fotoğraf kareleri arasında yerlerini aldı.
21. Yüzyıl
15. yüzyıldan bugüne, pırlanta aşkı hala ilk günkü gibi saf, eşsiz ve pırıl pırıl. Bugünün ünlü film yıldızlarının ve pop yıldızlarının özel tasarımlı pırlanta yüzükleri de bunu kanıtlıyor. Guy Ritchie’nin oğulları Rocco’nun doğumunda Madonna’ya armağan ettiği tria pırlanta yüzük... Oscar törenindeki zerafetini ailesinin armağan ettiği pırlanta kolyeyle tamamlayan Gwyneth Paltrow... Ünlü Hollywood aktörü Michael Douglas’ın Catherine Zeta Jones’a düğünlerinde armağan ettiği iri tektaş yüzük tüm zamanların aşkının 21. Yüzyıldaki temsilcilerinden sadece birkaçı
Antik çağın kuyumcu kenti Parion
Çanakkale'nin Biga ilçesine bağlı Kemer köyünde yer alan Parion Antik Kenti'nde, 2 bin yıl önce yaşayan Parion kralı ve kraliçesine ait olduğu tahmin edilen, altın taç ve çeşitli takılarla ile 150 parça tarihî eser bulundu. Antik çağın önde gelen kuyumculuk merkezi Parion’dan çıkarılan takılarda özellikle fantastik hayvan stili motifleri dikkat çekiyor.
Geçmişte birçok farklı uygarlığa ev sahipliği yapan Anadolu’nun neredeyse her köşesinden antik kentler ortaya çıkıyor. Tarihte önemli yer tutmuş bu kentlerde yapılan kazılarda ise, adeta topraktan hazineler fışkırıyor. Çanakkale’nin Biga ilçesine bağlı Parion (Kemer Köyü) antik kenti de bunlardan biri. Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Cevat Başaran başkanlığında yapılan kazılarda 2 bin yıl önce yaşayan kral veya kraliçeye ait olduğu tahmin edilen, altın taçlar, takılan ve 150 parça tarihî eser bulundu. Başaran, Gold News’e Parion antik kenti ve kazıdan çıkarılan takılar konusunda önemli açıklamalar yaptı.
Öncelikle Parion Antik Kenti ile ilgili bilgi verebilir misiniz?
Parion Antik Kenti, adını Troia Kralı Priamos’un ikinci karısı Hekabe’den doğma en küçük oğlu Paris’ten almıştır ve Parion, “Paris’in Kenti” anlamına geliyor. M.Ö.334’te Parion ve çevresi, Büyük İskender’in egemenliği altına geçer. M.Ö. 133’te, Bergama Krallığı’nın Roma’nın eline geçmesi sonrasında, Parion da, Provincia Asia içerisinde, Roma hakimiyetine girmiş olur. Roma Çağı’nda Parion’a büyük önem verilir
Antik kentteki kazılara ne zaman başladınız, neler buldunuz?
Aslında Parion kazılarının öyküsü 2004 yılında Kemer Köyü içerisinde, Nekropole İlköğretim Okulu yapma girişimiyle başlar. Bu sırada çok sayıda mezar iş makineleri tarafından tahrip edilince Çanakkale Müzesi, acil kurtarma kazılarına başlar. 2004 yılında çıkan Bakanlar Kurulu kararıyla kazılar, 20 Temmuz-18 Ağustos 2005 tarihleri arasında gerçekleştirildi.
Kazılarda bulduğunuz arkeolojik eserler ve takılar neler ve kimlere ait? Takılarda o dönemin hangi özellikleri öne çıkıyor?
Kazı çalışmalarında yaklaşık 60 mezar ve 4 taş sandık mezar (lahit) açıldı. Buluntuların Roma’dan Hellenistik döneme ve öncesi Klasik Döneme ait olduğu tahmin ediliyor. Büyük bir olasılıkla yönetici sınıftan bir kadına (Ana Kraliçe) ait mezarda, çeşitli takıların yanı sıra, ölü hediyeleri de bulundu. Mezarda altından yapılmış, uçları aslan başlı bir zincir kolye, bir çift nikeli küpe, altından zeytin yapraklarıyla süslenmiş bir diadem-saç bandı, altın saç iğneleri, bronz yüzükler ve bir altın dil altı sikkesi bulundu. Kral’a ait olduğu saptanan lahitte ise, iki altın dil altı sikkesi (levha) ve meyveli zeytin dalı biçimli üç altın taç çıkarıldı. Kazı da ayrıca, uçları keçi ve aslan başlı, altından bir zincir kolye, bir çift aslan protomlu altın küpe, yakut taşlı bir altın yüzük ortaya çıkarıldı.
Takılardan yola çıkarak o dönemin sosyal yaşantısı konusunda neler söyleyebilir siniz?
Mezar tipleri sosyal sınıflar arasındaki farklılıkları ortaya çıkarıyor. Değerli eserler genelde kadın ve çocukların mezarlarında bulundu. Parion’da yapılan kazının ilk bulguları, Parion’un, bölgenin en önemli kentlerinden biri olduğu, kuyumculuk ve altın işlemeciliği açısından da bölgede merkez olabilecek bir yapı gösterdiği anlaşılıyor. Lahitlerde ele geçen altın ve bronz takılarda genelde fantastik yaratıklarla hayvan stilinin egemen olduğu görülüyor. Bunlarda biçimlerin doğallığı, işçilik kalitesi ve deniz kabuğu takıların varlığı dikkati çekiyor. Altın taçlar genelde erkeklere ödül olarak veriliyor ve öldükten sonra mezarına bırakılıyor. Altın saç bandı ise genelde üst sınıf kadınlar tarafından kullanılıyor.
Parion Antik kentindeki bu kazı çalışmaları, bölgeye ne kazandıracak?
Parion’da bu yıl başlanılan ve gelecek yıllarda da sürdürülmesi planlanan kazılar, bölgenin canlanmasına büyük katkıda bulunacak. Bu çalışmaların ardından bölge turizmin hizmetine sunulacak.
Bu kazıdan yola çıkarak Türkiye’de bilinen ancak henüz gün yüzüne çıkartılamayan antik kentler var mı?
Anadolu’nun binlerce yıllık geçmişi, bugüne kadar ortaya çıkarılan kentlerle sınırlı değil. Daha düne kadar Parion adı çok bilinen antik bir kent değildi. Bu bölgenin altın açısından hayli zengin olduğu antik çağdan beri biliniyor.
Antik kentlerden çıkarılan takılar, Türkiye’de bir Takı Müzesi’nin kurulmasına nasıl bir katkı sağlayabilir?
Genelde arkeolojik kazılarda çıkan değerli maddelerden yapılmış takılar, il müzelerinde sergileniyor. Bu bağlamda, zengin koleksiyonların birleşimiyle bir “Özel Takı Müzesi” de oluşturulabilir. Ancak bunun için özel girişimlerin gerekli olduğu inancındayım
İNSANLIK TARİHİ KADAR ESKİ BİR İNANIŞ
İnsanlar sorulduğunda onu hep reddetti; hurafe, cahillik, saçmalık dedi. Sonra sayısız tılsım örneğinden herhangi birini takı olarak boynuna, koluna taktı, yaşamına soktu. Gözboncuğu nedir sizce? Ya da başta cami ve türbeler olmak üzere hemen tüm kubbeli yapıların tepesindeki alem?
Gözboncuğu ya da nazarlık. Yani kötü gözden, kötü nazardan koruyacağına inanılan takı. Anadolu’da prehistorik kazılarda bile çok sayıda gözboncu u örneği bulundu. 7-8 bin yıl önce de amaç bugünküyle aynıydı: Kem gözden korunmak... Gözboncuğu bir tılsımdı yani. Minarelerin, camilerin, türbelerin hemen tüm kubbe ya da konik çatıların değişmez
süsü âlem. İki işlevi var bu âlemin: Biri pratik işlev. Yani kubbeyi kaplayan kurşun levhaların tepede birleşme noktasındaki açıklığı örtmek.
İkincisi geleneksel işlev. Türkler Orta Asya’daki Şamanist dönemlerinde kötü ruhlara ve nazara karşı tılsım olarak çadırlarının ve evlerinin tepesine bir sırı a geçirilmiş yuvarlak, boncuk türü tepelikler koyarlardı. Âlem alışkanlığı ilk orada başladı.
Tılsım, büyülü bir sözcük. Hemen ardından büyü ve büyücülük gelir. Tılsımı neredeyse herkes kullanır ama büyücüye kimse iyi gözle bakmaz. O kadar ki, Hıristiyan dünyası asırlar boyunca büyücü yakma törenleriyle ünlenmiştir. Aslında büyücüler yakılmış ama büyücülerin hazırladı ı ya da ö rettiği tılsımlar kullanılmıştır.
Büyücü ve tılsım ilişkisi herdaim ticari bir ilişkidir. Tıpkı bugün oldu u gibi; parayı verirsin, büyücü ya da hocaya (gerçek hocalar tabii ki konumuz dışında) tılsımı yaptırırsın. O kadar yaygındır ki tılsım; yaşama ilişkin her ana, her soruna, karanlık da olsa her iste e ait bir tılsım mutlaka vardır. İsmet Zeki Eyübo lu, “Anadolu Büyüleri” ve “Sevgi Büyüleri” adlı iki kitabında en yaygın tılsım, büyü, muska, başlıklarını şöyle sıralıyor: “Hastalıkların Giderilmesi”, “Kötülüklerden Korunma”, “Dileklerin Gerçekleşmesi”, “Kız Ba lama”, “Erkek Bağlama”, “Güzel Görünme”, “Koca Bulma”, “Kız Kaçırma”, “Gebe Kalma”, “Kavuşturma”, “Göz Değmesini Önleme”, “Ayırma”, “Horlamayı Kesme”, “Saç Dökülmesini Önleme”, “Gelin ve Güveyi Ba lama”, “Döl Muskası”, “Sevgilileri ve Karı-Kocayı Ayırma Muskası”...
Ticaret rekabet demektir ve rekabet sizi geliştirir. Şaka bir yana, bunlar tılsımın insan aldatmaya ve saşarın sırtından para kazanmaya yönelik uygulamaları. Aslında tılsım, büyücülerden çok önce vardı. Hatta alet kullanan ilk insan tarafından yaratılmıştı demek abartı sayılmaz.TILSIM,
TELESMA, TALİSMAN...“Tilasm” Arapça bir söz. Grekçe’de ise “Telesma”. İngilizce, Fransızca ve Almanca’da “talisman”. Türkçe’nin eski söylenişinde “tılısmat”, bugün “tılsım”...
İnsanlar binlerce yıldır üzerindeki resimler, işaretler, yazılar nedeniyle ya da yalnızca rengi, biçimi, az bulunması yüzünden gizli bir güç taşıdı ına inandıkları nesneleri böyle adlandırıyor. Bu ortak ad, tılsımın insan varlığıyla koşut geçmişinin; Orta Asya ve Mezopotamya’dan Mısır, Akdeniz ve Kuzey ülkelerine kadar geniş bir coğrafyaya yayıldı ını gösteriyor. Benzer inanışlara Afrika, Amerika, Avustralya kıtalarında da rastlanıyor. Tılsım, her toplulukta de işik özellikler taşısa da tarihin ilk ça larında bile evrensel bir kültür olabilmiş.
İlk tılsımın, bir taş devri insanının avını ya da düşmanını vurduğu sıradan bir taşa; ağırlık, keskinlik gibi Şziksel özellikleri dışında, rengi ya da üzerindeki farklı bir şekil nedeniyle gizli güçler atfetmesi ve onu uğurlu sayıp yanında taşıması yla keşfedildiği düşünülebilir. Budavranışın altında yatan, doğa koşulları karşısında zayıf ve savunmasız olan insanın, doğal bir olayı doğaüstü nedenlerle açıklaması, doğayı bu yolla etkileyebileceğini düşünmesi ve bu düşünceyle huzur bulup bunu inanç biçimi haline getirmesidir. Zaten dinler konusunda araştırma yapanlar da ilk insanın inancında din ve büyünün içiçe olduğunu, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından sonra bu kavramların birbirlerinden ayrıldıklarını söylüyor. İlk Türklerde, insanların Tanrı ve ruhlar dünyasıyla ilişkisini Şamanlar sa lıyordu. Ancak Şamanlar, insanları yaşamın her anında yakınında olup koruyamayacağı için, genellikle kayın ağacı, keçe, bez gibi malzemelerden ilkel tasvirler yapıyor (ongun), küçük deri parçaları üzerine bazı Şgür ve gizli işaret (bitig) çiziyor, insanlar da bunları yani tılsımları üzerlerinde ve evlerinde bulundurarak korunuyorlardı. Aradan onbinlerce yıl geçti. Ama insanlar hala çeşitli tasvir ve Şgürlerle korunmaya çalışıyor. Bir farkla; bunlar artık ilkel figürler değil; değerli metaller, değerli ve yarı değerli taşlarla yapılmış ziynet eşyaları...
Tılsımlı taşlar...
İnsanlar binlerce yıldır yalnız kendi ürettikleri yazı, resim ve desenlerin de il; değerli ve yarı değerli taşların ve bazı organik materyallerin de tılsım gücü oldu una inandılar. İşte size bu inanışlardan bir demet :
E l m a s : Yüzyıllardır kadınları erkeklere karşı sihirli bir koruma altı na almıştır. Hediye olarak alınan elmasın satın alınandan daha fazla koruyucu özelliğe sahip olduğuna inanılır. Büyü, zehirlenme, hastalık ve karabasanlardan korur; öfkeyi önleyip dirayetli olmayı sağlar Zümrüt : Yeşil rengi yüzünden yağmur yağdırdığına inanılır. Beden-ruh-zihin için tonik vazifesi görür ve kuvvetli bir duygusal dengeleyicidir. Zümrüte kimi yerlerde “Koşulsuz Aşk Taşı” da denir. Sevgililerin birbirlerine verebileceği en iyi arma an olarak görülür.
S i t r i n : Böbrek, kolon, ci erler, hazım organları ve kalp için faydalıdır. Bir adı da “Tüccar Taşı” olan sitrini, kimi ticaret erbabı parasal gücü arttırdı ına inanarak kasasına koyar.
Sair: Krallar tarafından kötülükleri uzaklaştırmak için kullanılırdı. Ayrıca sevgilileri koruyan özel güçleri vardır. Kalp ve böbrekleri kuvvetlendirir, tüm salgı bezlerini harekete geçirir, pisişik yetenekleri arttırır ve sezgiyi güçlendirir.
Yeşim: Büyük Çin Ejderi’nin yeryüzüne boşalttığı tohumlarının donup yeşim taşı olduğuna inanılır. Bugün bile Çinli işadamları bir işe başlamadan önce yeşimden tılsımlarını tutar, okşar ve ondan güç alır.
Ayrıca akıl hastalıklarına, iç hastalıklarına, göz bozuklu una ve kadınların adet ve doğum sancılarına iyi geldi ine inanılır. Kırmızı mercan: Nazardan, cinlerden, büyü ve delilikten koruduğuna inanılır. Hormon dengesizliği olan kadınların ve doğumda zorluk çekmek istemeyenlerin cinsel organları yanında taşımaları tavsiye edilir. Ayrıca bebekleri koruduğu, diş çıkarmasına yardımcı olduğu söylenir. Kehribar: Kötü talihi yenmeyi sa lar, şansı açar. Kolyesinin, zehirlenmelere karşı korudu una inanılır. Penis şeklinde yontulup, takıldığında nazara ve kötü ruhlara karşı etkindir. Hayvan biçimlerinde işlenen kehribarlar erkeklerde cinsel gücü, kadınlarda do urganlığı artırır. Doğal şekli bozulmadan boyuna asıldı ında guatr hastalığını tedavi eder.
Lal: Cinsel enerjiyi ve duyarlı ı artırdı ı, cinsel dengesizlikleri düzelttiğine inanılır, bu yüzden “Tutkuların Taşı” da denir. Kalp şeklinde yapılmış tılsım laller, eşleri ve sevgilileri cezbetmeye yarar, yatak ve yastık altına konulduğunda kötü rüyaları ve gecenin kötü ruhlarını kovar.
Ametist: Ametist; eski çağlarda “sarhoşluğu yok eden taş” diye bilinirdi. Bu yüzden o dönemde ametistten kadeh, çanak gibi kaplar yapıldı. Ayrıca, endokrin ve ba ışıklık sistemini güçlendirir, kanı temizler ve enerji verir.
Kuvars: Duygusal dengeleyicidir. Beyin fonksiyonlarını düzenler. Büyücülerin kristal küreye bakarak kehanette bulunmaları, kuvarsın zihinsel konsantrasyonu kolaylaştırmasındandır.
Pembe kuvars: “Aşk Taşı” da denir. Onu üzerinde taşıyanı öfkeden, suçluluktan, korku ve kıskançlıktan korudu u ve kısırlı a karşı faydalı oldu una inanılır.
Dumanlı kuvars: “Rüya Taşı” da denilen bu taşın; umutsuzluğa, üzüntüye, öfkeye, depresyona ve di er negatif etkilere karşı korudu una inanılır.
Kaplan gözü: Bir tür kuvars olan bu taşın, taşıyanları başkalarına daha az ba ımlı kıldı ına inanılır. Ancak bu durum ikili ilişkileri, iş hayatını ve ortaklıkları olumsuz etkileyebilir.
Tedavi edici özelli i de vardır: Sindirim sistemi, dalak, pankreas ve kolon için faydalıdır.
Opal: Hakkında çelişkili inanışlar vardır. Talihsizli e yol açtı ı da söylenir, güven duygusunu artırıp, düşmanlara karşı güçlü kıldı ı da. Görme duyularını güçlendirip, sezgiyi arttırır. Üst bene ulaşmak için de kullanılabilir.
Lapis lazuli: Rengi yüzünden göklerin sembolü olarak kabul edilir. Küçük çocukları korkularından ve solunum yolu hastalıklarından uzak tuttu u için “Çocuk Taşı” da denir. İskeleti kuvvetlendirir, tiroid bezini harekete geçirir, tansiyon ve kaygıyı azaltır, zihni açar.
Hematit: Enerji ve canlılık verir, stresi azaltır. Çekim gücü fazla olduğundan, kişisel çekim, neşe, cesaret ve istek verir, kararsızların karar vermesini sağlar.
Yakut: Cesaret, ruhsal gelişme, liderlik, mutluluk duygularını arttırır. Cinsel aşırılıklara iyi geldiğine, tasadan, korkudan, zehirlenmeden, zihinsel bozukluklardan, erken ölümden hatta sel, fırtına gibi do al afetlerden korudu una inanılır. Yakut, ete ya da dişe takıldı ında güç ve enerji verir.
Akik: Bedeni ve zihni kuvvetlendirir, taşıyanı tehlikeden korur, uyumsuzluklara son verir.
Akik; uykusuzlu a, korkaklı a, karabasana, nazara ve metabolizmaya da faydalıdır.
Gerçeklerin farkına varılmasını sağlar. Aquamarine: Takana özellikle ölüm karşısında cesaret verdi i söylenir. Bu niteliği ve rengi yüzünden denizcilerin en önemli tılsımıdır. Kahinler geleceği görmek için kullandığından “Kahin Taşı” da denir. Ayrıca sinirleri yatıştırır, düşünceyi berraklaştırır ve yaratıcılığı artırır. Böbrek, karaciğer, dalak ve tiroid bezini kuvvetlendirir, vücudu temizler.
Obsidyen: Karın ve ba ırsakları iyileştirir, zihin ve duyguyu birleştirir. Kaygıyı azaltır, takıntıları düzeltir, akıl ve sevgi ile bağlarımızdan kopmamayı sağlar.
Kara kehribar: Cinlere ve melankolik durumlara karşı korur. Nazara karşı en üst koruma yaptığına inanılan taştır. Yakıldığında dumanının yılanları kovduğuna inanılır.
Aytaşı: Lenf sistemindeki bozuklukları düzeltir. Hindistan’da kutsal bir taştır ve sevgililerin ihtirasını artırdığına inanılır. Kadınlar kısırlığa iyi geldiği, üreme organlarındaki sorunları çözdüğü ve doğumu kolaylaştırdığı için taşırlar. Ayrıca, egoizmi giderdiği ve oburluğu tedavi ettiği de söylenir.
Topaz: Eski zamanların en kudretli taşlarından biri olan topazın, göz hastalıklarını ve veba gibi salgın hastalıkları ortadan kaldırdı ı söylenir.
Turkuaz: En yaygın tılsım taşıdır. Vücudu kuvvetlendirir, hücreleri yeniler, kan dolaşımını, ci erleri canlandırır. Sakinlik verir ve yaratıcı ifadeye güç kazandırır.
Oniks : Kaygıları azaltır, kadın/erkek zıtlaşmasını dengeler, ilikleri kuvvetlendirir, bağımlılıklardan kurtulmaya yardım eder
ANADOLU'DA MÜCEVHER SANATI
Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Anadolu'nun eski kuyumcuları, fikirleri, felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş.
Güneş, buğday, arpa ve yulaf ekili geniş ovayı bir yangın kızılı rengine büründürerek yavaşça batıyordu. Sabahtan beri havaya bembeyaz pamukçuklar saçan kavak ağaçlarının gölgeleri uzamıştı. Oraklarını omuzlarına atmış yorgun erkekler tarladan dönüyor, suları genellikle kızıl renkte aktığı için halkın ‘’Kızılırmak’’ diye isimlendirdiği suyun kenarında sabahtan beri otlamış olan ipek tüylü keçiler, boyunlarındaki çıngırakları öttürerek, ahırlarına dönüyordu. Batmakta olan güneşin kızıl ışıkları, şehrin bitişik evlerini son bir kez daha kor kırmızı ışıklarla yıkarken, Prenses Tudu-Hepa aynanın karşısına geçti. Doğup büyüdüğü Lawazantiya şehrinden on beş yaşına bastığı birkaç ay önce çıkmış ve evlendiği Kral Teşup’un şehri olan Tarhuntaşşa’daki bu saraya yerleşmişti. Mısır keteninden dikilmiş bembeyaz elbisesi içinde, esmer ince gövdesi, beline kadar inen kuzguni siyah saçları, havaya kalkık burnu ve çetrefil kirpikli koyu renk gözleriyle pek güzel, pek alımlıydı. Görür görmez kendisine Mısırca ‘’Maa’at Hor-Neferure’’ yani ‘’Başakların Kraliçesi’’ adını takmış olan Mısırlı elçilere bu gece verilecek resmi devlet ziyafetinde göz kamaştırması gerektiğini biliyordu.
Taçlar, kraliçeler içindir
Aynanın karşısında süslenmeye başladı. Dövme demirlerle süslü büyük sandıktan çıkardığı altın tacı yavaşça başına koydu. Taç, altın levhadan kesilmiş enli bir parçanın çember şeklinde döndürülmesiyle yapılmıştı. İçleri çaprazlama bölünmüş ajur dikdörtgenlerin yan yana getirilmesiyle meydana getirilmiş üst üste dört banttan oluşmuştu. Dikdörtgenlerin köşeleriyle diademin alt ve üst kenarı boydan boya kabartma noktalarla bezeliydi.
Tanrıça Sutek’in himayesindeki kuyumcu ustaları tarafından, ‘Aşağı Şehir’de altının günler ve gecelerce zarif ve nazik bir şekilde hafif çekiçlerle dövülmesiyle yapılmıştı. Mum ışığında pırıl pırıl parlayan tacın kenarlarından fışkırıp, adeta bir şelale gibi beline dökülen siyah saçlarını topladı ve yine altından saç tokasının içine soktu. Toka, iç kalıp üzerine ince altın safiha ile kaplanmış ve bükülmüştü. Üzeri, bugünkü kuyumcuların ‘’Repousse’’ dedikleri teknikle yapılmış dövme kabartmalarla süslüydü. Tokanın altın iğnesinin başı ise, bir adet kuvars kristalinden, bir adet de altın boncuktan oluşmuştu. Son olarak da küpelerini taktı. İnce altın teller içi boş olarak çevrilip daire şekline getirildikten sonra, üst kısmı ay, alt bölümü de istiridye kabuğu haline getirilmiş, uçları karşılıklı ve aralıklı duran zarif küpelerdi bunlar. Aynada kendine son bir kez daha baktı. Muhteşem görünüyordu. Fırat Nehri kıyısındaki yabani kuğuların zarafeti ve gururu ile yemek salonuna doğru ilerlerken, bu göz kamaştırıcı güzelliğiyle, pek yakında başlayacağı söylenen Hitit-Mısır savaşını, belki de önleyebileceğini düşünüyordu.Altını süsleyen Anadolulular
Bu satırlar tabii ki bir kurgu, bir canlandırma. Ama Hitit Kraliçesi’nin taktığı altın taç, saç tokası ve küpeler tümüyle gerçek. Bunlar ve altın işleme sanatının buna benzer yüzlerce örneği, bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile British Museum’da göz kamaştırmaya devam ediyor. Gold News’in 149’uncu sayısında ‘’Sarı Altının Kara Yolculuğu’’nun başlangıcını anlatmış ve ‘’Bundan sonraki sayılarımızda da Anadolu’da serpilip gelişmiş olan uygarlıklarda altının yerini ve Anadolu’daki gelişimini anlatacağız’’ demiştik. Bu yolculukta Troya, Alacahöyük, Eskiyapar, Horoztepe, Alişar, Boğazkale, Anadolu’daki Asur kolonileri, Kaniş ve Karum, Gordion, Frig, Urartu, Ege, Bizans ve Osmanlı gibi sayısız kilometre taşı var ve biz Alacahöyük’ten başlıyoruz.
Alacahöyük yerleşimini ilk bulan ve dünyaya tanıtan kişi, 1893 yılında ise E. Chantre olmuş. Daha sonra bir çok Avrupalı arkeolog ve tarihçi de Alacahöyük’ü incelemiş.Ancak bu incelemeler küçük çaplı kişisel girişimler olarak kalmış. Höyük'te gerçek anlamda ilk sistemli kazılar, Cumhuriyet Döneminde Atatürk tarafından başlatılmış. 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adına Hamit Zübeyr Koşay, Remzi Oğuz Arık ve Mahmut Akok gerçekleştirdiği ilk kazı çalışmaları ve onu izleyen incelemeler sonucunda, Alacahöyük'te Kalkolitik, Eski Tunç, Hitit ve Frig dönemlerini kapsayan 4 ayrı kültür çağı bulunmuş. Böylece insanların milattan önce 4’üncü bin yıldan başlayıp, yine milattan önce 750 yılına kadar burada altın işlemeciliğini göz kamaştıran bir sanat haline getirdikleri ortaya çıkmış.
Anadolu kuyumcu ustaları, yıkama yöntemiyle tabiattan elde edilen altını bir sanat eseri haline getirirken, ince kum ile perdahlamışlar. Oysa bu yöntem, ne daha önce ne de daha sonra altın işçiliği yapan dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş, bilinmemiş. Alacahöyük’te bulunan mücevheratın incelenmesinden anlaşılmış ki, Anadolu kuyumcu ustaları ta ‘’Tunç Çağı’’ndan beri, yani insanoğlunun bakıra kalay katmakla elde ettiği tunçtan itibaren, altın madenine dövme, döküm, perçinleme, kaplama gibi imalat teknikleri uygulamanın yanı sıra, kazıma, kabartma, granüle etme, delik işi yapma, kakma, telkari ve renkli taş ile süsleme yapmayı da keşfetmişler. Ayrıca, altın ve gümüşle birlikte zümrüt, yakut, agat, akuamarin, grena, karneol, sard, plasma ve amatist gibi gibi değerli taşları da kullanarak kuyumculukta adına bugün ‘’Oriantalizan’’ adını verdiğimiz yepyeni bir sanat sentezi ortaya çıkarmışlar. Taç, küpe, broş, toka, elbise kemeri gibi takılarda hilal, spiral şekilleri, nar, meşe palamudu gibi motifler kullanarak, tarihin belki de en eski ‘’doğu-batı’’ sentezini yaratmışlar. Bu bulgulara göre, Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Felsefe hayat ve bilgi olmuş. Anadolu'nun eski kuyumcuları, fikirleri, felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş.
Gültepeli kuyumcu, dört bin yıl önce yaptığı altın küpeyle ölümsüzleşmiş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş. Krezüs, altının ışığında canlanmış. Bugün müzelerde hayranlıkla izlediğimiz zebercet, yakut ve kesme yeşim taşlarıyla süslü altın tahtlar, geçmişin görkemini yaşatıyor. Elmaslı, yakutlu, zümrütlü altın beşikler şehzadeleri günümüze getiriyor
Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Anadolu'nun eski kuyumcuları, fikirleri, felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş.
Güneş, buğday, arpa ve yulaf ekili geniş ovayı bir yangın kızılı rengine büründürerek yavaşça batıyordu. Sabahtan beri havaya bembeyaz pamukçuklar saçan kavak ağaçlarının gölgeleri uzamıştı. Oraklarını omuzlarına atmış yorgun erkekler tarladan dönüyor, suları genellikle kızıl renkte aktığı için halkın ‘’Kızılırmak’’ diye isimlendirdiği suyun kenarında sabahtan beri otlamış olan ipek tüylü keçiler, boyunlarındaki çıngırakları öttürerek, ahırlarına dönüyordu. Batmakta olan güneşin kızıl ışıkları, şehrin bitişik evlerini son bir kez daha kor kırmızı ışıklarla yıkarken, Prenses Tudu-Hepa aynanın karşısına geçti. Doğup büyüdüğü Lawazantiya şehrinden on beş yaşına bastığı birkaç ay önce çıkmış ve evlendiği Kral Teşup’un şehri olan Tarhuntaşşa’daki bu saraya yerleşmişti. Mısır keteninden dikilmiş bembeyaz elbisesi içinde, esmer ince gövdesi, beline kadar inen kuzguni siyah saçları, havaya kalkık burnu ve çetrefil kirpikli koyu renk gözleriyle pek güzel, pek alımlıydı. Görür görmez kendisine Mısırca ‘’Maa’at Hor-Neferure’’ yani ‘’Başakların Kraliçesi’’ adını takmış olan Mısırlı elçilere bu gece verilecek resmi devlet ziyafetinde göz kamaştırması gerektiğini biliyordu.
Taçlar, kraliçeler içindir
Aynanın karşısında süslenmeye başladı. Dövme demirlerle süslü büyük sandıktan çıkardığı altın tacı yavaşça başına koydu. Taç, altın levhadan kesilmiş enli bir parçanın çember şeklinde döndürülmesiyle yapılmıştı. İçleri çaprazlama bölünmüş ajur dikdörtgenlerin yan yana getirilmesiyle meydana getirilmiş üst üste dört banttan oluşmuştu. Dikdörtgenlerin köşeleriyle diademin alt ve üst kenarı boydan boya kabartma noktalarla bezeliydi.
Tanrıça Sutek’in himayesindeki kuyumcu ustaları tarafından, ‘Aşağı Şehir’de altının günler ve gecelerce zarif ve nazik bir şekilde hafif çekiçlerle dövülmesiyle yapılmıştı. Mum ışığında pırıl pırıl parlayan tacın kenarlarından fışkırıp, adeta bir şelale gibi beline dökülen siyah saçlarını topladı ve yine altından saç tokasının içine soktu. Toka, iç kalıp üzerine ince altın safiha ile kaplanmış ve bükülmüştü. Üzeri, bugünkü kuyumcuların ‘’Repousse’’ dedikleri teknikle yapılmış dövme kabartmalarla süslüydü. Tokanın altın iğnesinin başı ise, bir adet kuvars kristalinden, bir adet de altın boncuktan oluşmuştu. Son olarak da küpelerini taktı. İnce altın teller içi boş olarak çevrilip daire şekline getirildikten sonra, üst kısmı ay, alt bölümü de istiridye kabuğu haline getirilmiş, uçları karşılıklı ve aralıklı duran zarif küpelerdi bunlar. Aynada kendine son bir kez daha baktı. Muhteşem görünüyordu. Fırat Nehri kıyısındaki yabani kuğuların zarafeti ve gururu ile yemek salonuna doğru ilerlerken, bu göz kamaştırıcı güzelliğiyle, pek yakında başlayacağı söylenen Hitit-Mısır savaşını, belki de önleyebileceğini düşünüyordu.Altını süsleyen Anadolulular
Bu satırlar tabii ki bir kurgu, bir canlandırma. Ama Hitit Kraliçesi’nin taktığı altın taç, saç tokası ve küpeler tümüyle gerçek. Bunlar ve altın işleme sanatının buna benzer yüzlerce örneği, bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile British Museum’da göz kamaştırmaya devam ediyor. Gold News’in 149’uncu sayısında ‘’Sarı Altının Kara Yolculuğu’’nun başlangıcını anlatmış ve ‘’Bundan sonraki sayılarımızda da Anadolu’da serpilip gelişmiş olan uygarlıklarda altının yerini ve Anadolu’daki gelişimini anlatacağız’’ demiştik. Bu yolculukta Troya, Alacahöyük, Eskiyapar, Horoztepe, Alişar, Boğazkale, Anadolu’daki Asur kolonileri, Kaniş ve Karum, Gordion, Frig, Urartu, Ege, Bizans ve Osmanlı gibi sayısız kilometre taşı var ve biz Alacahöyük’ten başlıyoruz.
Alacahöyük yerleşimini ilk bulan ve dünyaya tanıtan kişi, 1893 yılında ise E. Chantre olmuş. Daha sonra bir çok Avrupalı arkeolog ve tarihçi de Alacahöyük’ü incelemiş.Ancak bu incelemeler küçük çaplı kişisel girişimler olarak kalmış. Höyük'te gerçek anlamda ilk sistemli kazılar, Cumhuriyet Döneminde Atatürk tarafından başlatılmış. 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adına Hamit Zübeyr Koşay, Remzi Oğuz Arık ve Mahmut Akok gerçekleştirdiği ilk kazı çalışmaları ve onu izleyen incelemeler sonucunda, Alacahöyük'te Kalkolitik, Eski Tunç, Hitit ve Frig dönemlerini kapsayan 4 ayrı kültür çağı bulunmuş. Böylece insanların milattan önce 4’üncü bin yıldan başlayıp, yine milattan önce 750 yılına kadar burada altın işlemeciliğini göz kamaştıran bir sanat haline getirdikleri ortaya çıkmış.
Anadolu kuyumcu ustaları, yıkama yöntemiyle tabiattan elde edilen altını bir sanat eseri haline getirirken, ince kum ile perdahlamışlar. Oysa bu yöntem, ne daha önce ne de daha sonra altın işçiliği yapan dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş, bilinmemiş. Alacahöyük’te bulunan mücevheratın incelenmesinden anlaşılmış ki, Anadolu kuyumcu ustaları ta ‘’Tunç Çağı’’ndan beri, yani insanoğlunun bakıra kalay katmakla elde ettiği tunçtan itibaren, altın madenine dövme, döküm, perçinleme, kaplama gibi imalat teknikleri uygulamanın yanı sıra, kazıma, kabartma, granüle etme, delik işi yapma, kakma, telkari ve renkli taş ile süsleme yapmayı da keşfetmişler. Ayrıca, altın ve gümüşle birlikte zümrüt, yakut, agat, akuamarin, grena, karneol, sard, plasma ve amatist gibi gibi değerli taşları da kullanarak kuyumculukta adına bugün ‘’Oriantalizan’’ adını verdiğimiz yepyeni bir sanat sentezi ortaya çıkarmışlar. Taç, küpe, broş, toka, elbise kemeri gibi takılarda hilal, spiral şekilleri, nar, meşe palamudu gibi motifler kullanarak, tarihin belki de en eski ‘’doğu-batı’’ sentezini yaratmışlar. Bu bulgulara göre, Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Felsefe hayat ve bilgi olmuş. Anadolu'nun eski kuyumcuları, fikirleri, felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş.
Gültepeli kuyumcu, dört bin yıl önce yaptığı altın küpeyle ölümsüzleşmiş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş. Krezüs, altının ışığında canlanmış. Bugün müzelerde hayranlıkla izlediğimiz zebercet, yakut ve kesme yeşim taşlarıyla süslü altın tahtlar, geçmişin görkemini yaşatıyor. Elmaslı, yakutlu, zümrütlü altın beşikler şehzadeleri günümüze getiriyor
ANTİK ÇAĞDA TAÇLAR
Mitolojinin benzersiz kahramanlarını günümüzün birçok müzesinde resim, kabartma ya da heykel olarak görmek mümkün. Kimi zaman kudreti ve gücü ile ürküten, kimi zamansa insanı hayretler içersinde bırakacak kadar göz alıcı bir güzellikte olan efsanevi taçların görünümleri de etkileyiciydi.
Günümüzde kimi zaman güzelliğin bir nişanı, kimi zamansa zarafetin bir simgesi olarak kullanılan taçlar, asırlar öncesinde bu özelliklerinin yanı sıra, asalet, kutsallık, güzellik ve saflık göstergesi olarak da kullanılmışlar. Mitolojinin benzersiz kahramanlarını günümüzün birçok müzesinde resim, kabartma ya da heykel olarak görmek mümkün. Kimi zaman kudreti ve gücü ile ürküten, kimi zamansa insanı hayretler içersinde bırakacak kadar göz alıcı bir güzellikte olan efsanevi taçların görünümleri de etkileyiciydi.
Taçların kullanım yerleri arasında, ilk örnekler için geçerli olan kutsal amaç ön plandadır. Tanrı ve tanrıçaların başlarında görülen taçlar taşıyanın kutsal sembolü olarak da kabul görüyordu. Örneğin; Şarap ve Tiyatro Tanrısı Dionysos'u gösteren birçok tasvirde tanrı, asma dallarından yapılmış ve salkım salkım üzümlerle bezenmiş büyük bir çelenkle karşımıza çıkar. Güneş Tanrısı Helios ise başında güneşin ışınlarını simgeleyen bir taçla betimlenir. Şehirleri, surları ve kent kapılarını koruyan Tanrıça Tykhe ise başında, şehir surlarını ve kapılarını gösteren bir taçla tasvir edilir. Özellikle Efes ve Antakya kentlerini koruyan Tykhe betimlerinde bu taçlara rastlanır. Ayrıca Artemis ve Aphrodite gibi koruyucu tanrıçaların başlarında da farklı semboller içeren gösterişli taçlar bulunurdu.Kuşkusuz taç kullanımı sadece tanrı ve tanrıçaların tekelinde değildi. Zamanla ölümlüler arasında da yayılan taç kullanımı değişik formlarıyla antik çağ yaşamının her alanında ilgi ile karşılanıyordu. Dinsel kullanımın yanı sıra, yarışma, evlenme ve cenaze gibi durumlarda da taçlar özel takılar olarak kullanılıyordu. Antik çağda ölümlü-ölümsüz herkes tarafından kullanılmış olan taçların ilk örnekleri, doğada bulunan malzemelerden yapılıyordu. Çeşitli bitkilerin dallarından ve yapraklarından yapılan bu ilk örnekler tanrı simgeleri olarak kabul görüyordu. Çelenk formlu taçlarda en çok kullanılan olan bitki kuşkusuz mersin, zeytin ve defnedir. Defne dallarından yapılan çelenkler antik çağda özellikle erkekler arasında oldukça yaygın hatta geleneksel bir kullanıma erişmiştir. Defne tacı ya da çelenginden söz açılınca, mitoloji ve söylencelere de değinmek gerekiyor. Antik Yunan Mitolojisi’nin en gözde anlatımlarından biri olan, defne çelenklerinin erkeklerin başlarını süslemesi Apollon ve Defne aşkına dayanmaktadır. Söylenceye göre tanrıların en yakışıklısı olan Apollon, ormanda dolaşırken güzeller güzeli bir kıza rastlamış ve ilk görüşte aşık olmuş. Ancak kız bakire kalmak için yemin etmiş olan ve erkeklerden uzak yaşayan Daphne adında bir güzelmiş. Apollon'un ısrarına karşılık vermeyen Daphne, Apollon'u arkasında bırakarak ormanın derinliklerine doğru koşmaya başlamış. Apollon da aşık olduğu kadının peşine takılmış ve amansız bir takip başlamış. Apollon, Daphne'ye yaklaşmaya başlayınca güzel kız tanrılara bakire kalmak istediğini söyleyerek yalvarmaya başlamış. Mesafe hızla kapanırken tanrılar kızın yakarışına kulak vermişler ve Daphne'yi tam Apollon yakalamışken hızla bir defne ağacına dönüştürmüşler. Apollon kızın kolunu yakaladığı anda, kızın yemyeşil dallarla kaplanan bedeni karşısında donup kalmış. Kız çok kısa bir sürede baştan aşağı dallar ve yapraklardan oluşan pırıl pırıl bir defne ağacına dönüşmüş. Kızın yemini bozulmamış ancak Apollon bu duruma çok üzülmüş ve kızı hiç unutmamak için yemin etmiş. Az önce kollarındaki güzel kızın ağaca dönen bedenine son kez sarılmış ve yapraklarla dolu dallarından birini alıp başına taç olarak takmış. Tanrı Apollon bu defne tacını başından hiç çıkarmamış ve daha sonraları genç erkeklerin defne tacı takmaları bir adet haline gelmiş. Özellikle erkeklerin, atletlerin ya da spor yarışmalarında derece alan erkeklerin başına hep defne taçları takılmış.
İlerleyen zamanla birlikte altın madenlerinin çalıştırılması, altın ve gümüşün işlenmesindeki gelişmelerle, özellikle Helenistik Dönem'de, taçlar ışıl ışıl altın yapraklara sahip olmuş. Altın dallar ve yaprakların yanı sıra, meşe palamutlar, çiçekler ve hatta arı, ağustos böceği gibi böcekler de çelenk formlu taçların görünümünü zenginleştirici unsurlar olarak kullanılmışlar.
Çelenk şeklindeki taçların yapımında, önce ince altın bir borunun içi, dayanıklı olsun diye reçine ya da balmumu ile dolduruluyor daha sonra da iki ucu birleştiriliyordu. Böylece başa oturan altın bir halka elde ediliyordu. Sonra dövülmüş altın levhalardan kesilerek şekillendirilen yapraklar, dallar, çiçekler ve hatta böcekler alttaki boruya ekleniyordu. Bu şekilde altının göz kamaştıran ışıltısı, antik çağ altın ustalarının becerikli ellerinden çıkan değişik motif ve figürlerle birleşerek sanat eseri sayılan taçlara dönüşüyordu.
Geç antik çağda taçlar daha çok rütbe ve statü göstergesi olarak kullanılır olmuştu. Toplum içindeki sosyal konumu belirten takılar arasında yer alan taçlar bu dönemlerde de takı olarak popülerliğini korumuştu.
Çelenk formlu taçların yanı sıra, diadem adı verilen taçlar da antik çağda rağbet gören baş takıları arasındadır. İnce altın levhalardan yapılan diademlerde form olarak iki tip vardır. Birinci gruptakiler alınlıklı diademlerdir ki bunlar üçgen şekillidirler. İki uçları arkada birleştirildiğinde alından üçgen şeklinde yükselir. İkinci grupta ise şerit ya da bant formlu diademler yer alır. Diademler adak ve sunu eşyası olarak kullanıldıkları gibi çoğunlukla mezar hediyesi olarak kullanılmışlardır. Özellikle Artemis ve Aphrodite'nin genç kız olarak betimlendiği eserlerde bu tanrıçalar diadem kullanırken gösterilmişlerdir.
Dünyaca ünlü diademler arasında yer alan ve bugün Moskova'daki Puskin Güzel Sanatlar Müzesi'nde sergilenen saçaklı diademler, antik Anadolu takı sanatının baş yapıtları olarak ilgi görmektedirler. Bu iki diadem, ünlü Troya antik kentinde bulunmuş ve yasadışı yollarla yurtdışına kaçırılmış. Yüzlerce altın eserle birlikte Moskova'da ortaya çıkan bu diademlerdeki sanat ve estetik, asırlar geçmesine karşın hâlâ görenlerin nefesini kesecek nitelikte. Alna dökülen incecik yapraklar, zülfü andıran ve omuzlara dökülen zarif saçaklar hep Anadolu'nun bitmez tükenmez zevkinin ve birikiminin bir yansımasıdır. Bu öyle bir yansımadır ki, ne aradan geçen yüzyıllar gölgeleyebilmiştir bu zarafeti, ne de Anadolu topraklarından uzakta, başka müzelerde yaşanan karanlık sürgün yılları... Troya'dan, Alacahöyük'ten, Efes'ten ve daha birçok Anadolu antik kentinden günümüze ulaşan taçlar, yüzyıllar sonra bile hem tasarımcılara ilham veriyorlar, hem de görenleri büyüleyici ışıltılarıyla etkiliyorlar aradan yüzyıllar geçmesine karşın...
Aynalar
Takı kelimesi bir çok yardımcı malzemeyi de çağrıştırır. Beğenme, beğendirme, süslenme arzusuna yönelik işlevi göz önüne alındığında, kıymetli taş ve metallerden yapıldıkları düşünülürse, mücevher kutuları, tuvalet masaları ve aynaların ne kadar önemli olduğu ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, büyük bir grup oluşturmalarına ve başka bir kapsamda bir bütün olarak ele alınmalarının gerekli olmasına karşın, biz burada takı yardımcı malzemelerinden bir örnekle kataloğa başlamayı uygun gördük.
Yuvarlak aynanın 0,2 cm. kalınlığındaki yüksek kalaylı ve kurşşun içeren tunçtan oluşan metali sağlamdır. Ayna görevini gören gümüş parlaklığındaki ön yüzü temizdir ve aynanın kırık olan sapının gövdeye otırduğu kısım, yuvarlak gövdenin kenarında iki küçük çıkıntı halinde korunmuştur. Aynanın çerçevesi de eksiktir. Aynanın arkasına yapıştırılmış olan 0,9 mm. kalınlığındaki altın kaplama pirincin çapı, ana gövdenin çapından 0,7 cm. Daha küçüktür. Bu 0,7 cm.'lik bölümde ayna çerçevesinin yapıştırılması için sürülmüş olduğunu varsaydığımız beyaz ve sert, lak gibi bir maddenin izleri görülmektedir.
Altın kaplama pirinç safiha üzerinde cepheden tasvir edilmiş, kolları yanlaradoğru açık bir Eros kabartması yer almaktadır. Safiha çok ince olduğundan ezilmeler, kopmalar ve kırıklar oluşmuştur. Eros, vücut ağırlığını sağ bacağı üzerine vermiştir. Sağ kalçası hafifçe dışa çıkık, sağ ayağı yere tam basmakta, sol bacağı ise dizden hafif bükülü ve sol ayak parmaklarının sadece uçları yere değmektedir. Çıplak olarak betimlenmiş vücutta göğüs ve karın adaleleri belirgindir. Yana doğru açtığı sol kolu dirsekten bükülü olup elinde cepheden tasvir edilmiş bir kithara tutmaktadır. Sağ kolu da yine yana doğru açık, dirsekten hafif bükülüdür ve bu elinde de plektronu tutmaktadır. Plektronun kordonu bileğine bağlıdır ve ucundaki ponponu bileğin üzerinde kabartma olarak gösterilmiştir.
Baş hafif sağa dönük ve aşağı doğru çok hafif eğiktir. Saçlar ortadan ayrılmış ve kulak hizasına kadar iri dalgalar halinde gelip oradan enseye doğru bukleler yaparak inmektedir. Başın sağ tarafındaki saçlar işlenmiştir, sol tarafındaki bukleler ise görülmemektedir. Başın tepesinde bir tutam saç bukle yapılmıştır. Oval yüzde, yanaklar dolgun, dudaklar etli, burun basık, gözler iri, gözbebekleri belirgindir. Sırtından çıkan kanatların telekleri yukarı ve yanlara doğru açıktır ve uçları kanatların kapanmaya başladığı anı vurgulamaktadır.
Eros, sırtında, altın kaplama safihanın neredeyse tüm yüzeyini kapsayan bir pelerin taşımaktadır. Vücudu tamamen çıplak bırakan bu pelerin, arkada bir anlamda bir fon oluştururken, önde, boynun biraz altında, omuzlarda öne gelen "V" şeklinde yassı bir bantla bağlanmaktadır. Pelerin, omuzlardan aşağı, arkadan, bele doğru inerken ve bel hizasından sonra yanlara iri volonlar halinde dalgalanarak açılmaktadır. Bacakların bileğe yakın olan kısmında da pelerinin bir volanı belirtilmiştir. Rüzgarın etkisiyle dalgalanan kumaşın inceliği ve dökümlülüğü belli olmaktadır.
Bilindiği gibi, Eros, tasvirlerde en fazla karşılaşılan mitolojik figürlerden biridir. Genel olarak çıplak ve kanatlıdır. Elinde simgelerini taşır. Bu simgeler yayı ve oku, ya da kitharası olabilir. Eros'un, Zeus'un, Hermes'in ve Herakles'in simgeleriyle de tasvirleri vardır. Yalnız tasvir edilmesinin yanı sıra Pscyhe ya da Aphrodite ile birlikte olduğu tasvirler çoğunluktadır. Ankara aynasındaki Eros ise bu genellemelerden farklı bir özellik göstermesi açısından diğer Eros örneklerinden ayrılmaktadır. Yukarıda denildiği gibi genellikle çıplak tasvir edilen Eros bazı örneklerde giyimlidir. Bunlardan bazılarında ise bir pelerine sarınmıştır. Hemen hemen bütün tasvirlerde açık kanatlarla tasvir edilen Eros, Ankara aynasında ilk kez açık kanatların yanı sıra rüzgarla dalgalanan ve uçuşan bir pelerinle tasvir edilmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu mzelliği de ünlü Khios'un şaire Sappho'nun bir ezgisini akla getirmektedir. Uzun zamandan beri bilinen bu ezginin belki de Ankara aynasında ilk kez bir tasvirini bulmuş olmaktayız. Bir fragman olarak zamanımuza ulaşmış olan bu ezgiden (E.Lobel - D.Page, Sappho Fragment 54, Oxford 1955) yalnız:"omuzlarında eflatun khlamisiyle göklerden gelerek" dizesi korunabilmiştir. Dizede başka renk olmasını düşünemediğimiz khlamis vurgulanmakta ve ayrıca Eros'un gökten geldiği belirtilmektedir. Aynı ifadeler kabartma üzerinde de mevcuttur. Bütün yüzeyi kaplaması ve zamanında belki eflatun renkte boyalı olmasıyla khlamis kabartmada da özellikle vurgulanmaktadır. Ayrıca yüzeye yayılırken yaptığı dalgalanma Nike tasvirlerindeki rüzgar etkisini burada da en gerçekçi bir şekilde yansıtmış olmaktadır. Böylece kabartma üzerindeki Eros da, Sappho'nun dizesindeki gibi sırtında uçuşan, dalgalanan eflatun peleriniyle gökyüzünden, bir ayağının üzerine daha henüz basarak yeryüzüne inmektedir
Takı kelimesi bir çok yardımcı malzemeyi de çağrıştırır. Beğenme, beğendirme, süslenme arzusuna yönelik işlevi göz önüne alındığında, kıymetli taş ve metallerden yapıldıkları düşünülürse, mücevher kutuları, tuvalet masaları ve aynaların ne kadar önemli olduğu ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, büyük bir grup oluşturmalarına ve başka bir kapsamda bir bütün olarak ele alınmalarının gerekli olmasına karşın, biz burada takı yardımcı malzemelerinden bir örnekle kataloğa başlamayı uygun gördük.
Yuvarlak aynanın 0,2 cm. kalınlığındaki yüksek kalaylı ve kurşşun içeren tunçtan oluşan metali sağlamdır. Ayna görevini gören gümüş parlaklığındaki ön yüzü temizdir ve aynanın kırık olan sapının gövdeye otırduğu kısım, yuvarlak gövdenin kenarında iki küçük çıkıntı halinde korunmuştur. Aynanın çerçevesi de eksiktir. Aynanın arkasına yapıştırılmış olan 0,9 mm. kalınlığındaki altın kaplama pirincin çapı, ana gövdenin çapından 0,7 cm. Daha küçüktür. Bu 0,7 cm.'lik bölümde ayna çerçevesinin yapıştırılması için sürülmüş olduğunu varsaydığımız beyaz ve sert, lak gibi bir maddenin izleri görülmektedir.
Altın kaplama pirinç safiha üzerinde cepheden tasvir edilmiş, kolları yanlaradoğru açık bir Eros kabartması yer almaktadır. Safiha çok ince olduğundan ezilmeler, kopmalar ve kırıklar oluşmuştur. Eros, vücut ağırlığını sağ bacağı üzerine vermiştir. Sağ kalçası hafifçe dışa çıkık, sağ ayağı yere tam basmakta, sol bacağı ise dizden hafif bükülü ve sol ayak parmaklarının sadece uçları yere değmektedir. Çıplak olarak betimlenmiş vücutta göğüs ve karın adaleleri belirgindir. Yana doğru açtığı sol kolu dirsekten bükülü olup elinde cepheden tasvir edilmiş bir kithara tutmaktadır. Sağ kolu da yine yana doğru açık, dirsekten hafif bükülüdür ve bu elinde de plektronu tutmaktadır. Plektronun kordonu bileğine bağlıdır ve ucundaki ponponu bileğin üzerinde kabartma olarak gösterilmiştir.
Baş hafif sağa dönük ve aşağı doğru çok hafif eğiktir. Saçlar ortadan ayrılmış ve kulak hizasına kadar iri dalgalar halinde gelip oradan enseye doğru bukleler yaparak inmektedir. Başın sağ tarafındaki saçlar işlenmiştir, sol tarafındaki bukleler ise görülmemektedir. Başın tepesinde bir tutam saç bukle yapılmıştır. Oval yüzde, yanaklar dolgun, dudaklar etli, burun basık, gözler iri, gözbebekleri belirgindir. Sırtından çıkan kanatların telekleri yukarı ve yanlara doğru açıktır ve uçları kanatların kapanmaya başladığı anı vurgulamaktadır.
Eros, sırtında, altın kaplama safihanın neredeyse tüm yüzeyini kapsayan bir pelerin taşımaktadır. Vücudu tamamen çıplak bırakan bu pelerin, arkada bir anlamda bir fon oluştururken, önde, boynun biraz altında, omuzlarda öne gelen "V" şeklinde yassı bir bantla bağlanmaktadır. Pelerin, omuzlardan aşağı, arkadan, bele doğru inerken ve bel hizasından sonra yanlara iri volonlar halinde dalgalanarak açılmaktadır. Bacakların bileğe yakın olan kısmında da pelerinin bir volanı belirtilmiştir. Rüzgarın etkisiyle dalgalanan kumaşın inceliği ve dökümlülüğü belli olmaktadır.
Bilindiği gibi, Eros, tasvirlerde en fazla karşılaşılan mitolojik figürlerden biridir. Genel olarak çıplak ve kanatlıdır. Elinde simgelerini taşır. Bu simgeler yayı ve oku, ya da kitharası olabilir. Eros'un, Zeus'un, Hermes'in ve Herakles'in simgeleriyle de tasvirleri vardır. Yalnız tasvir edilmesinin yanı sıra Pscyhe ya da Aphrodite ile birlikte olduğu tasvirler çoğunluktadır. Ankara aynasındaki Eros ise bu genellemelerden farklı bir özellik göstermesi açısından diğer Eros örneklerinden ayrılmaktadır. Yukarıda denildiği gibi genellikle çıplak tasvir edilen Eros bazı örneklerde giyimlidir. Bunlardan bazılarında ise bir pelerine sarınmıştır. Hemen hemen bütün tasvirlerde açık kanatlarla tasvir edilen Eros, Ankara aynasında ilk kez açık kanatların yanı sıra rüzgarla dalgalanan ve uçuşan bir pelerinle tasvir edilmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu mzelliği de ünlü Khios'un şaire Sappho'nun bir ezgisini akla getirmektedir. Uzun zamandan beri bilinen bu ezginin belki de Ankara aynasında ilk kez bir tasvirini bulmuş olmaktayız. Bir fragman olarak zamanımuza ulaşmış olan bu ezgiden (E.Lobel - D.Page, Sappho Fragment 54, Oxford 1955) yalnız:"omuzlarında eflatun khlamisiyle göklerden gelerek" dizesi korunabilmiştir. Dizede başka renk olmasını düşünemediğimiz khlamis vurgulanmakta ve ayrıca Eros'un gökten geldiği belirtilmektedir. Aynı ifadeler kabartma üzerinde de mevcuttur. Bütün yüzeyi kaplaması ve zamanında belki eflatun renkte boyalı olmasıyla khlamis kabartmada da özellikle vurgulanmaktadır. Ayrıca yüzeye yayılırken yaptığı dalgalanma Nike tasvirlerindeki rüzgar etkisini burada da en gerçekçi bir şekilde yansıtmış olmaktadır. Böylece kabartma üzerindeki Eros da, Sappho'nun dizesindeki gibi sırtında uçuşan, dalgalanan eflatun peleriniyle gökyüzünden, bir ayağının üzerine daha henüz basarak yeryüzüne inmektedir
ALTININ CAZİBESİNE DAYANAMAYAN PADİŞAHLAR
Osmanlılar da Anadolu’da kendilerinden önce kurulmuş öteki uygarlıklar gibi altını sevdiler ve onu büyük bir maharetle işlediler. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi çok büyük iki padişah bile gençliklerinde kuyumculuk sanatını öğrenebilmek için çırak olarak çalıştılar.
On beş, on altı yaşlarında, uzun boylu, iri yapılı genç, kuyumcu işliğinin başında kan ter içinde çalışıyordu.
Biraz önce büyük bir özenle çekip uzattığı ipek inceliğindeki altın teli tam düğümleyecekken, tel yine kopuverdi. Delikanlının zaten kırmızı olan yüzü iyice kızardı. Pençe gibi elleriyle kavradığı örsü fırlatıp attı. Elinin tersiyle masa üzerindeki bütün aletleri, bıçakları, makasları, çekiçleri ve irili ufaklı altın levhaları da süpürüp, yere çaldı. Sabahtan beri uğraşıp, tel tel altın çekmiş, ama bunları örme bir bilezik haline getirmek için düğümlerken, tel her defasında kopup gitmişti.
Hırsla burnundan solurken, arkasından yaklaşan beyaz sakallı yaşlı adamın sesini duydu. Adam, “Hep söyledim sana, altın nazlı bir kadın gibidir, ona karşı hep nazik olmalısın’’ diyordu. Delikanlı arkasına döndü ve kendisine kuyumculuk öğreten ustasını gördü. Utandı. Aletleri ve altınları toplayıp yeniden masaya koydu. Usta ile çırak yeniden çalışmaya ve sihirli maden altını, göz kamaştırıcı güzellikte bir hasır bilezik haline getirmeye başladılar.
Delikanlının adı Selim idi. Yıl 1487 idi ve Selim Trabzon Vilayeti’nde şehzadelik yaparak devlet işlerini öğrenirken, bir yandan da iyi bir kuyumcu ustası olmaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra bütün dünya onu Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim diye tanıyacak ve onun bütün Arap Yarımadası’nı, o zamanın en güçlü devleti Mısır’ı, Akdeniz’in büyük bir bölümünü nasıl fethettiğini, Hilafet müessesesini alıp Osmanlı İmparatorluğu’na nasıl getirdiğini bir bir öğrenecek ve önünde saygıyla eğilecekti.
Osmanlılar ve altın
Gold News’un 149’uncu sayısında başlattığımız ‘’Sarı Altın Yeşil Anadolu’da’’ gezisinde bu sayıdaki durağımız Osmanlı İmparatorluğu. Tam altı asır boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamı denince akla gelen ilk sembol, göz kamaştıran mücevherler olmuş. İslam’da altın kullanımında aşırıya kaçılmaması geleneği olduğundan, özellikle sofra takımlarında altın yerine gümüş ve tombak tercih edilmiş, altın da saf halde değil, başka bir madenle karıştırılarak kullanılmış.
Osmanlılarda kuyumculuk, padişahlar tarafından sevilen ve desteklenen bir sanat dalı olmuş. Osmanlıların en kudretli padişahlarından olan Yavuz Sultan Selim ile Kanuni Sultan Süleyman, şehzadelikleri döneminde görev yaptıkları Trabzon’da kuyumculuk öğrenmişler.
Mücevherlerde altınla birlikte kullanılan taşlar çeşitli yerlerden getirilmiş. Mesela firuze Nişabur’dan, elmas Hindistan’dan, lal taşı Bedehşan’dan, yakut Seylan’dan, zümrüt Mısır’dan, inci ve akik ise Yemen’den temin edilmiş.
Osmanlı takıları arasında sorguç, hotoz, zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, halhal, pazubent, düğme, zincir, kemer ve kemer tokası ilk göze çarpanlardan.Osmanlılar, kuyumculuktaki ustalıklarını takılardan başka yerlerde de göstermişler. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ‘’III. Murad Divanı’’ kitabının kabı, bir çok takıdan çok daha ihtişamlı. Sultan III. Murad’ın saltanatı sırasında sarayın ‘’Başkuyumcu’’su olan Bosnalı Mehmed Usta’nın eseri olan bu kitap kabı, altın zemin üzerine delik işi ve kuyumcu kalemi tarağı ile yapılmış kıvrımlı dal ve Rumiler, köşeli ya da düz zümrüt ve yakutlarla meydana getirilmiş. Hem erkek hem de kadınların kullandığı sorguç da Osmanlılarda kuyumculuğun nasıl olağanüstü bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor. Yine Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 18’inci yüzyılda yapılmış bir sorguç, altından yapılmış sapı, ortasındaki kocaman zümrüt ve çiçek biçiminde işlenmiş elmaslarıyla günümüzde de göz kamaştırmaya devam ediyor.Elmas, zümrüt ve yakutlarla bezeli broşlar, fantastik bir tasarım olan ‘’titrek’’ takılar, ‘’tektaş’’, ‘’gül’’ ya da ‘’Divanhane çivisi’’ adı verilen çeşitli yüzükler, ‘’akarsu’’ denilen bilezik ve kolyeler, ‘’pay-ı çift’’, ‘’üç ayaklı’’ diye isimlendirilen küpeler, altının kıymetli taşlarla büyük bir uyum içinde birleştirilerek Osmanlılarda nasıl büyük bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor
Osmanlılar da Anadolu’da kendilerinden önce kurulmuş öteki uygarlıklar gibi altını sevdiler ve onu büyük bir maharetle işlediler. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi çok büyük iki padişah bile gençliklerinde kuyumculuk sanatını öğrenebilmek için çırak olarak çalıştılar.
On beş, on altı yaşlarında, uzun boylu, iri yapılı genç, kuyumcu işliğinin başında kan ter içinde çalışıyordu.
Biraz önce büyük bir özenle çekip uzattığı ipek inceliğindeki altın teli tam düğümleyecekken, tel yine kopuverdi. Delikanlının zaten kırmızı olan yüzü iyice kızardı. Pençe gibi elleriyle kavradığı örsü fırlatıp attı. Elinin tersiyle masa üzerindeki bütün aletleri, bıçakları, makasları, çekiçleri ve irili ufaklı altın levhaları da süpürüp, yere çaldı. Sabahtan beri uğraşıp, tel tel altın çekmiş, ama bunları örme bir bilezik haline getirmek için düğümlerken, tel her defasında kopup gitmişti.
Hırsla burnundan solurken, arkasından yaklaşan beyaz sakallı yaşlı adamın sesini duydu. Adam, “Hep söyledim sana, altın nazlı bir kadın gibidir, ona karşı hep nazik olmalısın’’ diyordu. Delikanlı arkasına döndü ve kendisine kuyumculuk öğreten ustasını gördü. Utandı. Aletleri ve altınları toplayıp yeniden masaya koydu. Usta ile çırak yeniden çalışmaya ve sihirli maden altını, göz kamaştırıcı güzellikte bir hasır bilezik haline getirmeye başladılar.
Delikanlının adı Selim idi. Yıl 1487 idi ve Selim Trabzon Vilayeti’nde şehzadelik yaparak devlet işlerini öğrenirken, bir yandan da iyi bir kuyumcu ustası olmaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra bütün dünya onu Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim diye tanıyacak ve onun bütün Arap Yarımadası’nı, o zamanın en güçlü devleti Mısır’ı, Akdeniz’in büyük bir bölümünü nasıl fethettiğini, Hilafet müessesesini alıp Osmanlı İmparatorluğu’na nasıl getirdiğini bir bir öğrenecek ve önünde saygıyla eğilecekti.
Osmanlılar ve altın
Gold News’un 149’uncu sayısında başlattığımız ‘’Sarı Altın Yeşil Anadolu’da’’ gezisinde bu sayıdaki durağımız Osmanlı İmparatorluğu. Tam altı asır boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamı denince akla gelen ilk sembol, göz kamaştıran mücevherler olmuş. İslam’da altın kullanımında aşırıya kaçılmaması geleneği olduğundan, özellikle sofra takımlarında altın yerine gümüş ve tombak tercih edilmiş, altın da saf halde değil, başka bir madenle karıştırılarak kullanılmış.
Osmanlılarda kuyumculuk, padişahlar tarafından sevilen ve desteklenen bir sanat dalı olmuş. Osmanlıların en kudretli padişahlarından olan Yavuz Sultan Selim ile Kanuni Sultan Süleyman, şehzadelikleri döneminde görev yaptıkları Trabzon’da kuyumculuk öğrenmişler.
Mücevherlerde altınla birlikte kullanılan taşlar çeşitli yerlerden getirilmiş. Mesela firuze Nişabur’dan, elmas Hindistan’dan, lal taşı Bedehşan’dan, yakut Seylan’dan, zümrüt Mısır’dan, inci ve akik ise Yemen’den temin edilmiş.
Osmanlı takıları arasında sorguç, hotoz, zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, halhal, pazubent, düğme, zincir, kemer ve kemer tokası ilk göze çarpanlardan.Osmanlılar, kuyumculuktaki ustalıklarını takılardan başka yerlerde de göstermişler. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ‘’III. Murad Divanı’’ kitabının kabı, bir çok takıdan çok daha ihtişamlı. Sultan III. Murad’ın saltanatı sırasında sarayın ‘’Başkuyumcu’’su olan Bosnalı Mehmed Usta’nın eseri olan bu kitap kabı, altın zemin üzerine delik işi ve kuyumcu kalemi tarağı ile yapılmış kıvrımlı dal ve Rumiler, köşeli ya da düz zümrüt ve yakutlarla meydana getirilmiş. Hem erkek hem de kadınların kullandığı sorguç da Osmanlılarda kuyumculuğun nasıl olağanüstü bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor. Yine Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 18’inci yüzyılda yapılmış bir sorguç, altından yapılmış sapı, ortasındaki kocaman zümrüt ve çiçek biçiminde işlenmiş elmaslarıyla günümüzde de göz kamaştırmaya devam ediyor.Elmas, zümrüt ve yakutlarla bezeli broşlar, fantastik bir tasarım olan ‘’titrek’’ takılar, ‘’tektaş’’, ‘’gül’’ ya da ‘’Divanhane çivisi’’ adı verilen çeşitli yüzükler, ‘’akarsu’’ denilen bilezik ve kolyeler, ‘’pay-ı çift’’, ‘’üç ayaklı’’ diye isimlendirilen küpeler, altının kıymetli taşlarla büyük bir uyum içinde birleştirilerek Osmanlılarda nasıl büyük bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor
ANTİK ÇAĞDA BİLEZİKLER
Anadolu tarihinde önemli bir yeri olan Çatalhöyük'te yapılan kazılarda elde edilen taş bilezikler, bugün müzelerde günümüz insanıyla buluşuyor. Başlangıçta dinsel ve törensel anlamı olan takıların daha sonraları, süslenme ve kendini güzel gösterme amacıyla kullanılması sonucunda takılar değişik şekil ve malzemelerle yapılmış. İlk bilezikler daha çok deniz kabukları, kemik ve küçük taşlar gibi doğal malzemelerin dizilmesiyle elde edilmiş. Bu tip malzemelerden yapılmış bileziklerin çıkarttığı seslerin, ayinlere daha gizemli bir hava kattığını düşünür bazı araştırmacılar.
Anadolu'nun en eski merkezlerinden biri olan Alacahöyük'te, kral mezarlarında bulunan altın bilezikler M.Ö. 3. binde Anadolu'daki kuyumculuğun ulaştığı nokta hakkında bilgi verir. Hititler'den kalma duvar kabartmalardaki insan figürlerinin bileklerini süsleyen bileziklerdeki zenginlik dikkat çekicidir. Yüzleri birbirine dönük aslan başları ile süslenmiş bilezikler, Hititler'in severek kullandığı formlarından olmuş.
Anadolu kültürleri arasında maden sanatı ve kuyumculukta en başarılı olan toplum kuşkusuz Urartular. Urartular altın takıları törensel amaçla kullanırken, gümüş ve bronz takıları günlük yaşamda kullanmış. Urartu mezarlıklarında yapılan arkeolojik kazılarda bileziğin hem kadınlar, hem de erkekler tarafından kullanıldığı ortaya çıkmış.
Orta-Batı Anadolu'da hüküm süren ve tuttuğu her şeyi altına dönüştüren Kral Midas'ın halkı Frigler'in yaptığı takılar da kuyumculuğun sırlarının, estetikle buluşmasının bir göstergesi gibi. Pers istilası sırasında Doğu ile Batı sanatını topraklarında harmanlayan Anadolu, bu dönemde aslan başları, hatta gövdeleriyle süslü ağır altın bileziklerle göz kamaştırmış, eski çağların usta kuyumcularının ellerinde. Camdan yapılmış bilezik halkaların altın aslan başı uçlarla süslendiği örneklere de bu dönemde rastlarız. Bilezik halkası olarak camın asaletli ışıltısının yanı sıra, ince teller de bilezik yapımında kullanılmış. Bu tip ince tellerden oluşan bileziklerde; cam, kalsedon ya da kuvars gibi malzemelerden yapılan süslerle, bilezikler farklı ve daha göz alıcı bir hale getirilmişler; daha çok beğenilmek arzusuyla.
Batı Anadolu'da antik Yunan sanatının, yerli anlayışla
yorumlanması sonucunda takılarda da değişiklikler gözlenmiş. Gerek motif ve figürlerin çeşitliliği, gerek bu çeşitliliği pekiştiren ayrıntılı ve ince işçiliğin toplumlar arasında yayılmasıyla Batı Anadolu, kuyumculuk konusunda estetiğin ve teknolojinin birleştiği bir yer olmuş. Bu dönemde daha eski devirlerin mirası olarak kabul edilen uçları hayvan başlı bileziklerin yanı sıra, M.Ö. 4. yüzyıldan sonra bileziklerde, granül tekniğiyle yapılmış süsler ve telkâri şeritler de görülür. Artık bilezikler tamamen süslenme amacıyla kullanılmış ve gösteriş ön plana çıkmış. Ancak bilezik yapımında ağır ve törensel bir gösteriş yerine, son derece ince işçilikli ve ayrıntılarla zenginleştirilmiş sanatsal bir anlayış tercih edilmiş. Bu dönemden itibaren bilezik halkalarında değişik malzemeler kullanılmaya başlanmış. Altın, gümüş, bronz ya da cam ve kuvars gibi çeşitli malzemelerin bilezik yapımına uygulanmasıyla, takı sanatındaki gelişime paralel olarak, bilezik üretiminde de yeni gelişmeler ortaya çıkmış. Bilezik halkaları kimi zaman burkulmuş ya da düz boru olarak, kimi zaman da şeritler halinde şekil bulmuş, antik çağ kuyumcularının parmaklarında.
Helenistik dönemde ele geçirilen topraklardan sağlanan yeni malzemeler (sedef, inci vb.), yeni konular ve yeni teknolojilerle takı yapımında önemli bir devrim gerçekleşmiş. Zenginleşen üst tabakanın ve ticaretle uğraşanların estetik açıdan kaliteli takılara yönelmesi, bu ürünleri sanat eseri olarak kabul etmeleri sonucunda, takılara olan ilgi artmış ve özenli ve ince işçilikli takılar yapılmış. Bu dönemin takı gereksinimini karşılamak için oluşturan en önemli kuyumculuk merkezleri, Anadolu'da Lampsakos (Lapseki), Antiokheia (Antakya) ve Mısır'da İskenderiye'dir. Bu dönemde kuyumculuk tam anlamıyla renkli bir hal almış. Zümrüt, yakut ve granat gibi taşlarla süslenen takılar; incilerle, sedeflerle düşsel bir görünüme bürünmüş. Takılarda kabartmalı mitolojik figürlerden, aslan, yılan, kuş, vb gibi hayvan motiflerine kadar her konu özgürce kullanılmış. Ayrıca ipek püskül görünümünü veren sarkaçlardaki zarif işçilik sayesinde takılar daha sanatsal ve daha popüler bir görünüme kavuşmuş. Bu dönemde üretilen bileziklerde, hayvan başı olarak yapılan bilezik uçlarında çeşitlilikler görülür. Aslan başının yanı sıra, koç, dana, keçi, sfenks, boğa ve köpek başları da sıkça görülür. Ayrıca bileği ya da pazıyı birkaç defa saran, tamamı yılan formunda yapılmış olan bilezikler ve pazıbentler de bu döneme ait takılardandır. Bileziklerin orta kısımlarına telkâri süslemelerle yapılan ve günümüzün gemici düğümünü andıran "Herakles düğümü" motifi, bileziklerde ve kolyelerde sıkça karşımıza çıkar günümüz müzelerinde. Sabır ve özen gerektiren bu tip bileziklerin işçiliğini görünce, ister istemez tartışmasız bir hayranlık uyanıyor eski kuyumcu ustalarına, takı sanatçılarına...
M.Ö. 3. yüzyılda bilezik yapımında ortaya çıkan bir diğer yenilik ise menteşeli ve kilitli bileziklerdir. Bu tip bileziklerde daha değerli taşlar ve daha çok altın kullanılır.
Romalılar da Herakles düğümü motifini severek kullanmaya devam etmiş. Bunun yanı sıra, yılan figürlü bilezikler de eski dönemlerdeki kadar rağbet görmüşler. Cam ya da renkli boncuklardan yapılmış bileziklerle birlikte, değerli taşlarla süslenmiş bilezikler de bu dönemin önemli bilezik formları arasında yer almaktadır. Halkın kullandığı basit bilezikler arasında, düz altın levhalardan yapılan bilezikler ve altın tellerle yapılmış sade bilezikler de sayılabilir. Bizanslılar'ın üretmiş oldukları bileziklerde daha basit halkalar kullanılmış. Bu halkaların bazıları mine işçiliği ile renklendirilmişse de Bizans bilezikleri Yunan ve Roma bileziklerinde görülen ihtişam ve renklilikten uzak, daha basit bileziklerdir.
Ait olduğu kültür ne olursa olsun antik çağlarda üretilmiş olan bilezikler günümüzde görenleri hayrete düşürüyor aradan geçen zamanı hiçe sayarcasına. Zamanında tanrıçaların ya da ölümlü kadınların narin bileklerini süsleyen zarif bilezikler, bugün hala kuyumcu ustalarının ya da tasarımcılarının vazgeçemedikleri takılar arasında yaşamlarını sürdürüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder