Perşembe, Mayıs 26, 2011

SU ALTINDA ARKEOLOJİ-uluburun batığı

SU ALTINDA ARKEOLOJİ-uluburun batığı

DEFİNE--DEFİNECİLİK-DEFİNE İŞARETLERİ-DEFİNE İŞARET ÇÖZÜMLERİ-DEFİNE HARİTALARI-HAZİNELER-DEDEKTÖR-DEFİNE ARAMA ÇUBUKLARI YAPIMI-GPR-ALTIN-GÜMÜŞ-ELMAS-TILSIM-GİZEMLER-GÖMÜ-SİKKE-CİN-EŞKİYA BELGELERİ-MEZAR TÜRLERİ-HÖYÜK-TÜMÜLÜS-KAYA MEZARI-MEDENİYETLER-EFSANELER-DESTANLAR-BÜYÜ VE BÜYÜCÜLÜK-KEHANET-ÜNLÜ EŞKİYALAR-ARKEOLOJİ-TARİHTE PARA-TAKILAR-DOĞAL TAŞLAR-DARPHANE-MÜZELER HAKKINDA BİLGİLER-DİNİMİZ İSLAM-DEFİNE HABERLERİ-TÜRK DÜNYASI-MİTOLOJİ-HEYKEL-ANTİK MISIR-ANTİKA NÜMİZMATİK-TÜRKİYEDE ARKEOLOJİ-ANTİK BÖLGELER-ANTİK KENTLER-TARİH VE TARİHİN YARARLANDIĞI BİLİMLER-HORASAN-ÖLÇÜ VE AĞIRLIK BİRİMLERİ-ÖLÇME ALETLERİ-TARİHİ TİCARET YOLLARI-EBCED HESABI-İŞARET ÇÖZÜMLERİ-DEFİNE ARAMA YOLLARI-GİZEMLİ DEFİNERİ BULMA-HORASAN ÇÖZME-KAYA MEZARLARI- MEZAR-ROMA SİKKE-BİZANS SİKKE-GREEK SİKKE-TARİHİ ANTİK SİKKE VE PARALAR-ARKEOLOJİ VE DEFİNECİLİK ÜZERİNE HER TÜRLÜ BİLGİ DUA SIRLARINDA

quote author=SAHRA link=topic=2386.msg4304#msg4304 date=1228934193]
Günümüzde dünyanın en ünlü Sualtı Arkeolojisi Müzelerinden biri olan Bodrum Müzesini gezerken  günümüzdeki ulaşılan bu son derece modern kazı tekniklerini düşünürken bir an geriye dönüp insanoğlunun sualtı serüveninin inceleyelim. İlk ciddi su altı çalışmaları nerede nasıl başladı ?

O günün şartları nelerdi?

İnsanoğlu su altı zenginliklerine ve güzelliklerine ulaşırken ne güçlükler yaşadı ?

Bilinen en eski su altı çalışmalarının Avrupa da göllerde başladığı bilinir. Roma yakınındaki Nemi gölünde yapılan araştırmalarda, burada Roma döneminde batmış iki Roma gemisinin kalıntıları arandı. Mimar Leon Batista Albertini’nin yaptığı bu kazılar geminin sadece ahşap kısmına ulaşıldığı için fazla yankı uyandırmadı.

1535 yılında Albertini’nin selefleri dalışlarında büyük bir çan kulesi formunda bir alet kullandılar. Ahşap olan bu çan kulesi formlu araç, içinde kalan hava vasıtasıyla su altında insanlara uygun bir çalışma ortamı sağlamakta idi.

1802 yılında İngiliz Elçisi Carl Elgin, Atina Partenon’a ait kabartmaları İngiltere götürmek istedi. Bu ünlü yükü götüren gemi Kytera yakınında battı. Bunun üzerine Samos adasından kiralanan ve sadece kendi nefesleri ile dalan dalgıçlar bu kabartmaların çıkarılmasına yardım ettiler. 1816 da Elgin bu kabartmaları British Museum'a sattı.

1819 yılı, insanoğlunun su altını keşfetmesine yarayacak önemli bir keşfe sahne oldu. Alman kaşif Siebe dalgıç başlığının keşfetti. Daha önce kullanılan çan şekilli aletin minyatür bir versiyonu olan bu dalgıç başlığı bakırdan yapılmakta olup yukarıdaki bir pompa vasıtası ile hava ile beslenmekte idi. Bunu kullanan dalgıç dik yürümek zorunda idi. Aksi takdirde bu başlığın ağırlığı, dalgıcı ters çevirme ve hatta onu boğma tehlikesini içermekte idi.

1835 yılında Siebe’nin başlığına ona uyum gösteren bir elbise eklendi.Böylece yaklaşık bir asır kullanılacak olan ve insanoğlunun denizin dibini keşfetmesinde büyük yarar sağlayan dalgıç elbisesi doğmuş oldu.

1870 yılı deniz altında yapılan ilk organize sualtı araştırmasına sahne oldu. Fransız Banker Magen, Amerika’dan Avrupa’ya dönerken İngiliz-Hollanda donanmaları tarafında batırılan üç İspanyol gemisine ulaştı. Bu araştırmada ilk defa deniz altında projektör kullanıldı. Yine bu su altı kurtarma operasyonunda gerçekleştirilen 774 saatlik dalma zamanı süresinde birçok dalgıç hastalanınca konu bilim adamlarının ilgisini çekti.

1878 yılında Sorbonne Üniversitesi profesörlerinden Paul Berte bu sorunun değişik derinliklerde nefes alan dalgıçların damarlarındaki kalan havadan ileri geldiğini ileri süren bir teori ortaya atar.

1900 yılı baharı deniz dibinin arkeolojik zenginliklerini gostermesi açısından son derece önemli bir olaya sahne olur. Kuzey Afrika’dan dönen Yunanlı süngerciler tutuldukları fırtına sonucunda Girit’te durmak zorunda kalırlar. Bu sure içinde tesadüfen Girit sahilinde Antiquitera’da ilginç bir batığa rastlarlar. Bu tunç ve mermerden yapılı heykeller taşıyan batik birden Yunan hükümetinin desteğinin ve yardımını çeker.Yaklaşık 45 ila 55 metre arasındaki bir derinliğe yayılmış bu batıktaki heykeller çıkarılır. Gemide bulunan eşsiz heykellerin MÖ. 4 yüzyılda yapıldığı sanılmasına rağmen, bunların adı geçen eserlerin Roma kopyaları oldukları özellikle gemideki amforalarin tarihleşmesi nedeni ile anlaşılır. Geminin M.Ö. 80-70 yıllarına ait olduğu ve bu geminin Bati Anadoludan toplanan bu sanat eserlerinin Roma'ya götürüldüğü sanılıyor. Dokuz ay süren bu çalışmalarda bir dalgıcın ölmesi ve iki dalgıcın vurgun yemesi tekrar bilim adamlarının dikkatinin vurgun konusuna çekiyor.

Antiqutirea’nin araştırılmasından birkaç yıl sonra, İskoç psikolog John Haldene Kraliyet donanması dalgıçları ile yaptığı deney ve çalışmalara dayanarak bir dalış tablosu yayınladı. 60 metreye kadar inen derinliği kapsayan bu dalma tablosu dalgıçların çeşitli derinliklerde nasıl dinlenmeleri, ne yapmaları gerektiğine dair bilgiler içeriyordu.

1907 yılında ise karsımıza Tunus’ta çok önemli bir batik çıkıyor. Yunanlı bir süngercinin bulduğu bu batık tunç heykeller ve sütünlar taşımakta idi. Tunus Arkeoloji Bölümü ve Amerikalı bir milyonerin mali yardımları ile 5 yıl süren kazılar neticesinde Tunus Bardo Müzesi’nin 5 salonunu dolduracak kadar heykel gün ışığına çıkarıldı. Bu kazıda da arkeologlar hala suyun içinde değil ama en azından gemilerden dalgıçları yönlendirerek kazıları yönettiler.

Yıl 1937'de  sualtı dalış tüpünün keşfi ile büyük bir devrim gerçekleşti.  İlk defa Paris fuarında tanıtılan daliş tüpünün scubanin keşfi ile dalgıçlar tam bir özgürlük elde ediyorlardı. Artık bir hava borusuna bağlı olmadan serbestçe dolaşan dalgıçların hala bir sorunu vardı. Bu da i dalma tüplerinin ilk örneklerinde havanın hala elle ayarlanması idi.Yani dalgıç önünde tuttuğu dalış tüpünün hava ayarının elle yapmak zorunda idi.

Dalgıçların bu sorunu 1943 yılında çözüldü. Bir regülatör eklenerek hava otomatik olarak düzenlendi. Böylece dalgıçlar ellerinin serbestçe kullanmaya başladılar.

1946 yılında scuba yani kendine yeterli nefes alma aleti halka tanıtıldı. Böylece denizlerin büyük keşfi başladı.



Erken dönemlerde batıklara dalamayan ve her şeyi uzaktan, gemilerden veya platformlardan kontrol etmeye çalışan arkeologlar, bir çok amforanın, eserin kurtarma şirketlerinin ve balık adamlarının elinde tahrip olmasını üzülerek seyrettiler.

1950 yılları Sualtı Arkeolojisi'nin dönüm noktası oldu

1953 yılında ilk sualtı televizyonu kullanıldı. Bu arkeologlara sualtı çalışmalarının koltuklarından seyretme imkanı verdi.

1953 yılında Türkiye’de bazı önemli sualtı keşiflerine tanık oldu. Bunlardan biri Bodrumlu süngercilerin Yalıkavak'ta bronz Demeter heykelinin bulmaları idi.

1954 yılında Bodrumlu süngerci Kemal Aras'in Gelidonya batığını  fark eder.

1955 yılındaki Cannes’te toplanan Sualtı Arkeolojisi Kongresi tam bir dönüm noktası oldu. Bu kongrede kurtarma şirketleri tarafından yapılan kazılarda nasıl eserlerin tahrip olduğu tartışıldı. Bu kongrede herkesin ortak görüsü su altı kazıların sadece amfora toplamak olmadığı su altında arkeologların mutlaka bulunması gerekliliğine karar verildi.

1958 Bodrumlu süngerci Kemal Aras'in Amerikalı Gazeteci Peter Throckmorton'a Gelidonya batiğini tarif etmesi

1959 Peter Throckmorton'un batığa dalışı ve batiği bir Bronz cağı batiği olarak tarihleşesi ve Pennsylvania Üniversitesine bildirmesi

1960 Sualtı arkeolojisinin George Bass tarafından Türkiye’de başlatılması

1960 Yalıkavak yakınında Bodrumlu süngerci Mehmet İmbat'ın 85 metre derinlikte zenci çocuk heykelini bulması

Türkiye'deki Sualtı Kazıları
Gelidonya Batığı Kazısı
Sualtı Arkeolojisinin doğuşu bundan 40 yıl önce Bodrum'da olmuştur. Bundan önceki tarihlerde de deniz dibinden eserler çıkarılmış, batıklar üzerinde incelemeler yapılmıştı, ama bildiğimiz şekilde, bilimsel anlamda ilk sualtı kazısı Türkiye'de gerçekleşmiştir.

Her şey Amerikalı gazeteci ve amatör arkeolog Peter Throckmorton'un 1958 yılında Bodrum'a gelmesi ile başladı. Throckmorton'un arzusu Bodrumlu süngercilerle ilgili bir belgesel yapmaktı. Çekimler için tanıştığı İzmir'li fotoğrafçı Mustafa Kapkın ile beraber Bodrum'a geldi ve süngerci Kemal Aras ile tanıştı. Kısa zamanda gerek Kemal Aras'tan ve gerekse yöredeki diğer süngercilerden yüzün üstünde batığın yerini öğrendi. Bu batıklardan bir tanesi Antalya yakınlarındaki Gelidonya yöresinde bulunan bir bakır külçe yüklü gemi kalıntısıydı. Batığa dalan bir süngercinin tunç bıçak ve tarım aletleri çıkardığını belirtmesi üzerine Peter bu geminin Tunç Devri'nden kalmış olabileceğini tahmin etti. O yıl gemiyi ziyaret edemeden Amerika'ya döndü.

Throckmorton 1959 yılında tekrar Türkiye'ye geldi ve Gelidonya'daki batığa dalış yaptı. Yanılmamıştı; batık Tunç Devri dönemine aitti ve 3200 yıllık geçmişiyle o tarihe kadar tespit edilen en eski gemiydi. Bu batık mutlaka kazılmalıydı; gemi üzerinde yapılacak araştırmalardan tarihin önemli bir dilimi olan Tunç Devri ile ilgili çok kıymetli bilgiler elde edilebilirdi. Ama yardıma ve paraya ihtiyacı vardı. Muhtemel bir sponsorun ilgisini uyandırmak, destek bulmak için Amerika'ya döndü. Bulduğu yardım, sualtı araştırmalarının yönünü değiştirdi. Yeni bir bilim dalı kurulmak üzereydi: Sualtı Arkeolojisi.

Bir kaç girişimden sonra beklediği ilgiyi ve desteği buldu: O zamanlar Gordion'da kazı yapmakta olan Pennsylvania Üniversitesi Müzesi Müdürü Rodney Young yardım elini uzattı. Hatta sadece maddi yardımla kalmadı, arkeolojik destek içinde yanındaki başarılı öğrencilerinden George Bass'ı kazıyı bizzat yönetmek için görevlendirdi. 1960 yılının ilkbaharında Throckmorton ile Bass Türkiye'nin yolunu tuttu.

Geç Tunç Devri'ne ait olduğu anlaşılan Gelidonya Batığı 1960 yılının Haziran ile Eylül ayları arasında gerçekleştirildi. 26 ile 28 metre derinlikleri arasında olan batığın üzerine bir süngerci teknesi olan Lütfu Celil demirlendi. Ekip kazı yerinden tekneyle bir saat mesafedeki sahilde kamp kurdular. Kamp yerinin en büyük özelliği gerek günlük kullanım gerekse çıkacak eserlerin tuzdan arındırılması için gereken tatlı su kaynağına sahip olmasıydı.

Dalış planları hazırlandı: Ekip sabahları 40, öğleden sonra ki dalışlarda ise 28 dakika suyun altında çalışacaklardı. Ekibin ilk görevi alanın özenli bir haritasını çıkartmaktı. Alanın bütün bölümleri kayıt edilkdikten ve buluntular tanımlayıcı bilgilerle etiketlendikten sonra eserler dikkatle çıkarılarak kampın olduğu sahile konservasyon ve kayıt için taşınıyordu.

Bulguların bütününün her bir parçasını tek tek ele alıp alt alta sıralarsak şunu biliyoruz ki, yaklaşık M.Ö. 1200'de, 19-20 metre uzunluğunda bir ticaret gemisi Gelidonya Burnu açıklarında batmıştır. Uğradığı son liman, 1 ton maden yükü aldığı Kıbrıs olmuştur.

Yük, baştan kıça kadar istiflenerek depolanmış öküz gönü biçiminde bakır külçelerden oluşmaktadır. Sepetler dolusu hurda külçe, mekânın izin verdiği yere, muhtemelen istifleri daha sıkı tutma amacıyla doldurulmuştur. Gemide ayrıca Kıbrıs'tan sonraki bir limanda yüklendiği sanılan kalay külçeler, kurşun döküntüler ve işlenmemiş kristal parçaları bulunmuştur. Yükün içinde boncuk kavanozları, ticareti yapılan baharatlar bulunduğuna inanılan kavanozlar ve gariptir, bir de bilezik vardır.

Bütün belirtiler, mürettebatın geceleri ışık sağlamak için Suriye-Filistin tarzı tek bir lambayla idare ettiğine işaret etmektedir. Mürettebatın zeytin ile balık yediğini ve gemide su ile şarap stokları bulunduğunu biliyoruz. Hem mührünün hem de mallarının gösterdiği gibi, gemide Suriye kökenli bir tacirin olması olasıdır. Ağırlık dizilerinin çeşitliliği, geminin Mısır, Suriye, Filistin, Kıbrıs, Truva ve Hitit İmparatorluğu, Girit ve Yunanistan sınırları içinde, muhtemelen yine Suriyeli tacirler aracılığıyla ticaret yapmasına izin verilmiş olduğunu göstermektedir.

Sanayi tipi kalayın ilk bilinen örneği olan, hurda külçe sepetleri ve çeşitli maden işleme araçları, tacirin üretim yapan bir hırdavatçı olduğuna işaret etmektedir. Kargodaki tunç araçların çoğu, gemi battığında zaten kırılmış durumda olduğuna göre, hurda maden yeniden işleniyor olsa gerektir.

Bütün kanıtlar, geminin, bir Suriye-Filistin limanından gelen, içinde Suriyeli bir tacirle birlikte seyreden erken dönem bir Fenike ticaret gemisi olduğu yönündedir. Bu nihai karar, Fenikeliler'in Geç Tunç Devri döneminde Grekler'in deniz ticareti tekelini henüz kıramamış olduklarını öne süren daha önceki yanlış fikri değiştirmiştir.


Yassıada Kazısı
Yassıada, Bodrum Yarımadasının batısındaki küçük bir adadır. Adanın önündeki bir sığlık deniz yüzeyinin hemen altına kadar yükselir.

Tarih boyunca buradan geçen bir çok tekne bu gizli tuzağa çarpıp denizin maviliğine gömüldüler. Bu talihsizliği yaşayan son gemi 1993 yılında sığlığa çarpan Mirna-M adlı bir Lübnan Şilebi oldu.

Gelidonya kazısını başarıyla tamamlayan George Bass ve ekibi bu sefer dikkatlerini Yassıadadaki yedinci yüzyıl Bizans batığına çevirdiler. 39 metre derinlikte olan kazıda yeni teknolojiler denendi. Dalgıçlar elle kazmaya oranla zaman kazandıran hava emicileri kullandılar. Ölçümler foto-grametri yöntemiyle hassas ve süratli bir şekilde gerçekleştirildi.

Geminin kaptanı Georgios'a ait olan kantar gibi tüm eserler denizden çıkar çıkmaz temizlendi ve konservasyonu yapıldı.

Geminin ahşabı da hassasiyetle ölçüldü

Şarap taşımakta kullanılan yüzlerce amfora çıkarılarak sergilenmek üzere Bodrum Müzesi'ne taşındı.

1964'te kazı tamamlandı. Kazı esnasında elde edilen bilgilerden ve daha sonra yapılan araştırma sonuçlarından faydalanılarak Bodrum Sualtı Arkeolojisi Müzesi'nde Yassıada Bizans Batığı'nın bir maketi yapıldı.




Serçe Limanı Batığı
 Serçe Limanından çıkarılan onbirinci yüzyıl batığı bu gün Bodrum Müzesi'nde teşhir ediliyor. Teknenin uzunluğu 15 eni ise 5 metredir. Serçe Limanı gemisi, önce iskeletin çatıldığı modern gemi yapım tekniğinin tarihlenmiş en eski örneğini oluşturmaktadır. Teknenin bir kutuyu andıran düz tabanlı ,veya karinalı yapısı, akarsular dahil her türlü sığ sularda seyir yapabilmesini sağlıyordu. Gemi, sayıları yüzü aşkın iri çakıl taşlarından oluşan, toplam iki ton ağırlığında safra taşımaktaydı.

Serçe Limanı batığı kazısı 1977 ile 1979 yılları arasında gerçekleşti Araştırma ekibi için sahilde kamp kurulurken, batık üzerine de dalış platformu olarak şatımız demirlendi.

Gemiyi daha sonra Bodrum Müzesinde biraraya getirebilmemiz için geminin ahşap kısımları deniz dibinde detaylı bir şekilde işaretlendi, ölçüldü ve plana geçirildi.

Cam Batığı olarakta bilinin Serçe Limanı kazısından 80 kadar sağlam cam eserin yanında bir milyonun üstünde kırık cam parçası çıkarıldı. Bu inanılmaz bulmacayı çözebilmek için uzmanlarımız yıllarca uğraştılar.. (fade into music)

Serçe Limanı batığının ana yükünü 3 tondan fazla olan kırık, hurda camlar oluşturuyordu. Bunlar muhtemelen Doğu Akdeniz'deki bir cam fabrikasının artıkları olarak daha az yer tutsun diye mahsus kırılarak gemiye yüklenmişti. Bodrum Müzesinde sergilenmekte olan birbirinden güzel birçok cam eser, uzmanlarımızın yıllar süren çalışmaları sonucu bu hurdaların arasındaki yüzlerce cam parçanın birleştirilmesiyle sağlandı.


Gemi bin kadar küresel ve kum saati şeklinde şarap amforası taşımaktaydı.

Geminin kıç tarafında ambardan tahta bir bölmeyle ayrılmış olan mutfak kısmı bulunmaktaydı.



Uluburun Batığı
Uluburun Batığının kazısı 1984'ten 1994'e kadar süren 11 yıllık bir çalışma sonunda tamamlandı. Sahilden 60 metre kadar uzakta olan batığın üzerine Virazon araştırma gemimiz demirlendi. Kayalıkların üstüne de yatakhane, yemekhane, konservasyon laboratuarından oluşan kamp kuruldu.

Araştırma ekibi güne çalışma programını belirleyen sabah toplantısıyla başladı.

Toplantıyı takiben dalış sırasına göre dalgıçlar Virazon gemisine gittiler. 44 ile 52 metre arasındaki olan batığa sabah 20 öğleden sonrada 20 dakika olarak iki dalış gerçekleştirdi araştırmacılar. Batığın derinliği, dalışların titizlikle hazırlanmasını gerektiriyordu. On bir yıl süresince 22,500 dalış yapıldı Uluburun batığına. Geminin 3300 yıl deniz dibinde kalmış olması ve kayalık bir yörede batması çıkarma işlemlerini zorlaştırıyordu.

Dalgıçlar ikişer, yada dörder kişilik gruplar halinde iniyorlardı batığın üstüne. Gemiyle batık arasındaki bir kılavuz ipi iniş çıkışlarda yardımcı oluyordu onlara.

Kazı alanının tam ortasına sualtı telefon kulübesi dediğimiz, içi havayla dolu bir şeffaf kubbe yerleştirilmişti. Kubbenin ana işlevi bir tehlike anında dalgıcın sığınabileceği bir ortam sağlamasıydı.

Batık çevresine birçok uzun borular yerleştirilmişti. Hava emicileriydi bunlar. Boruların alt ucundan verilen basınçlı hava tüp içinde yükseliyor, yukarı çıktıkça genişliyor, bu da borunun ağzında çekim kuvveti yaratıyordu. Hava emicileri araştırmacıların en önemli kazı aracıydı.

Uluburun kazısından çıkarılan ilginç malzemelerden birisi de cam külçelerdir. Gemide 170'den fazla olan konik görünümlü bu külçeler kobalt mavisi, turkuaz veya lavanta renklidir... Bu cam külçeler, şimdiye kadar saptanmış en eski örneklerdir.

Kazıdan çıkarılan eserler, detaylı konservasyon ve restorasyon çalışmaları için laboratuarlarımızın bulunduğu Bodrum'a gönderilmeden önce, ilk müdahele hemen orada, sahilde kurulan geçici laboratuarlarda gerçekleştirildi.

Her eser ölçüldü, incelendi ve kayıtlara geçti.

Uluburun Batığı, büyük zorluklarla gerçekleşen bir kazıydı. Her şeyden önce batığın derinliği işimizi oldukça güçleştirmişti. 33 asırdan fazla suyun altında bekleyen eserler kayalık zemine iyice yapışmış, kilitlenerek kayalarla adeta bir bütün olmuştu. Bazı eserlerde suyun ve yılların tesiriyle kırılganlaşmıştı. Bu tip eserlere dokunmak bile mümkün olmuyor, ancak fırçalarla, ve onlarla bile çok dikkatle müdahele edilebiliyordu. Derinlikten dolayı zaten kısa olan dalış süresinin yanında bu hassas çalışma geminin ancak onbir yıl gibi uzun bir zamanda çıkarılabilmesindeki önemli etkenlerdi.

Uluburun batığının kaya zemine oturmasından dolayı geminin ancak çok küçük bir bölümü kumla örtülmüş ve korunmuştu. Buna rağmen kazıdan çıkarttığımız ahşap parçalar, geminin seyrettiği dönemdeki gemi yapım tekniği açısından bize kıymetli bilgiler sağlamıştı. Tahtalardan alınan örnekler üzerinde gerçekleştiren dentrokronoloji teknolojisiyle geminin yaşı diğer tekniklere oranla daha hassas bir şekilde sağlanmıştı.

Geminin ana yükünü 10 ton bakır ve 1 ton kalay oluşturmaktaydı. Külçeler halinde gemide taşınmakta olan bu madenler, yüzyılların etkisiyle üzerine düştüğü kayalara ve birbirlerine yapışıp kenetlenmişti. Sualtında en çok zamanımızı alan çalışma bu külçelerin kayalardan sökülmesi oldu . Dipte geçirdiği süre içinde okside olan ve kırılganlaşan bu buluntuları zarar vermeden ayırabilmek için çok zaman harcadık.-Bazen bir dalgıç sayıları 500 ün üstünde olan bu külçelerden birisini çıkarmak için on beş gün harcadığı oldu. ---

Kenetlendiği kayalardan binbir zorlukla sökülen külçeleri tek tek su üstüne taşıdık. Bu taşıma esnasında zarar görmemeleri için adeta beşiğe benzeyen özel sepetler yaptık. Kaldırıcı balonun içine verilen havanın tesiriyle külçelerin bir bir süzülerek denizin maviliği içinde kaybolmalarını halen heyecanla hatırlıyorum. (music goes up)

Uluburun batığından, Geç Tunç Devri'ne ait birbirinden değerli eserler çıkardık. Altınlar, gümüşler, fildişinden figürinler... Hepsi birbirinden güzel, birbirinden kıymetli. Ama bizim için kesinlikle en önemlisi bu batığın kazısıyla tarihin karanlık kalmış olan bir dönemine ışık tutabilmiş olabilmemiz. (muzik)

Yorucu ama son derece zevkli ve keyifli bir on bir yıllık çalışmadan sonra Uluburun Kazısını 1994 yılında tamamladık ve çıkarılan eserleri Bodrum Müzesi'ndeki laboratuarlarımıza taşıdık. - Kazı bitti ama Uluburun Batığı üzerindeki araştırmalarımız devam ediyor ve uzun süre devam edecek. Çıkardığımız eserleri ve buluntuları tarih denen bulmacanın birer parçası olarak birer birer yerine yerleştireceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder