Çarşamba, Haziran 01, 2011

PDF Yazdır E-posta
Bütün hikayeyi aslında o başlattı... Bundan iki buçuk üç yıl kadar önce Erkan YAVAŞ o fotoğrafları yayınlamasaydı, burası hala ancak avcılarla ormancıların bildiği bir yer olarak kalacaktı. Ne zaman ki Erkan o davetkar fotoğrafları internette yayınladı, her biri diğerinden çarpıcı olan fotoğraflar, açık yaradan sirayet eden bir virüs gibi hızla birçok kişiye ulaşmaya başladı. Doğa yürüyüşü düzenleyen gezi-etkinlik grupları o andan itibaren etkinlik takvimlerine ilk defa duydukları bu yerin adını not düşmeye başladılar. Monopetra Kayalıkları...
Sıcak bir Ekim güneşine yenik düşmüş sisin geceden tek şahidi, mevsime rağmen yemyeşil çimler üzerine düşmüş çiğ taneleriydi. Sırt çantamı alıp dışarı çıkarken güzel bir gün olacağı belliydi. Güneşin yazı andıran son demlerini yakalayabileceğimiz son haftasonu olacağını söylüyordu hava bültenleri ve böylesi bir pazar gününde evde durmak olmayacaktı. Ben de öyle yaptım ve Zirve Dağcılık Tekirdağ şubesiyle, Demirköy Istranca ormanlarındaki "Monopetra Kayalıkları Doğa Yürüyüşü"ne katılmaya karar verdim.
Bu aslında Zirve Dağcılık İstanbul merkez şubenin, Tekirdağ şubesiyle ortak bir etkinliği olarak planlanmıştı. İstanbul ekibiyle Kırklareli' nin Vize ilçesinde buluşup, yürüyüş yapacağımız yere ulaşacaktık.
Çorlu' daki kararlaştırılan buluşma yerine geldiğimde, saat Tekirdağ' dan gelecek aracın bizi alacağı 8'e yaklaşıyordu. Çorlu'dan diğer katılımcı arkadaşlardan birçoğu buluşma yerinde hazırdı. Bir süre sonra diğerleri de geldi. Ayaküstü tanışmaların ardından aracımızın yaklaştığını görmüştük ki, herşey bir anda tersine dönüverdi. Aracın ardından gelen trafik polisi eksik evraklar sebebiyle başka bir araç çağırmamız gerektiğini söylüyordu. Öyle de yaptık ve Tekirdağ' dan yeni bir araç istetip onun gelmesi için neredeye 40 dk boyunca Çorlu şehir çıkışına yakın bir durakta beklemeye başladık. Ancak saat 9' u gösterdiğinde yola çıkabilecektik.
Önce Çerkezköy' e uğrayıp diğer katılımcıları aldık ve Vize' ye doğru yola çıktık. Burada Zirve Dağcılık İstanbul şubesinden ve "Keşf-i Alem" ekibinden gelen arkadaşlarla buluşacaktık. Öte yandan Kıyıköy'deki bir başka organizasyondan bize doğa yürüyüşü için katılacak "Motogurmeler" ekibinden dostlarımızı da karşılayıp, Vize' de kısa bir çay molası verdik. Bir sonraki durağımız olan Pınarhisar' ın Poyralı köyünde ise, bize Kırklareli ve Lüleburgaz' dan katılacak arkadaşlar bekliyordu. İçlerinde bulunan, Kırklareli ekibinden deneyimli sporcu Selçuk ASLAN daha önce başka bir gezide bir başka ekibi Monopetra kayalıklarına yürütmüş, bu defa da bu organizasyonda bizler için rehberlik yapacaktı.
Ekip tamamlanınca, İstanbul ve Tekirdağ' dan gelen araçlarla yürüyüşü yapacağımız Demirköy Istranca ormanlarına doğru yola koyulduk. Bu yol aynı zamanda Demirköy' den geçip İğneada' ya giden devlet yoluydu.
İslambeyli ve Yenice köylerini geçip, Istrancalara doğru tırmanmaya başlıyoruz. Yeniceköy sırtını çıkar çıkmaz yeşilin en derininden Istranca ormanları bizi kuşatıveriyor.Yol kenarlarında adım başı buz gibi suları olan çeşmeler akıyor. Ormanın müsade ettiği küçük açıklıklardan aşağılara doğru yumuşak kıvrımlarla alçalan tepeleri görüyoruz. Daha ötelerde ise alabildiğine verimli Trakya ovaları uzanıyor.
Bir süre bu derin orman içinde yol alıp, Demirköy' e on oniki kilometre mesafedeki Velika deresi köprüsünde araçlarımız duruyor. Burada bizi bekleyen son bir dostumuz var. Onu alacağız...
Fotoğraflarıyla tüm bu hikayeyi başlatan Erkan YAVAŞ katılıyor bizlere. O benim de çok sevdiğim, önceden tanıdığım bir dostum. Demirköy' de yaşıyor. Çocukluğunun geçtiği bu coğrafyayı öyle iyi biliyor, fotoğraflarıyla da öylesine çarpıcı yansıtıyor ki, onun Demirköy için bir kültür elçisi olduğunu düşünmek yerinde olur. Zira yörenin tanıtımı için onun kadar özverili çalışanların sayısı, sanmıyorum ki bir elin parmakları kadar olabilsin. Hemen her haftasonu yöreyi gezen gezi-etkinlik ve fotoğraf gruplarına sıcak konukseverliğiyle zamanının elverdiğince destek veriyor.
Erkan' ı da alıp yürüyüşü başlatacağımız orman yoluna kadar biriki kilometre daha yol alıyoruz. Birkaç yüz metre orman yolu içerisinde ilerledikten sonra, araçlardan iniliyor. Burada Zirve Dağcılık ekibinin doğa yürüyüşü kuralları gereği sayım yapılıyor. Tek sıra halinde dizilen ekip içinde ilk defa böyle bir geziye gelenler arasında bu kural kikirdemelere, gülüşmelere neden olsa da sayım kısa süre içinde tamamlanıyor.
- Bir, iki, üç........ellialtı, elliyedi. Son!
Ekibin sonundaki 57 numara, geziye Çorlu'dan katılan ve ekip ortalamasına göre ilerlemiş yaşına rağmen herkesten fazla heyecanlı gözüken Ahmet DUMAN. Onun etrafına ilk anda sirayet eden neşesi güzel bir gün olacağının sinyallerini verir gibi.
Ormanın içlerine doğru yürüyüş başlıyor. Ekibin başında yöreyi daha önce de gezdrimiş olan Kırklareli'den Selçuk Arslan var. Zirve Dağcılık ekibinden diğer rehber arkadaşlar da bu kalabalık grubun aralarında, ekibin düzenini sağlamakta ona yardımcı olacaklar. Tekirdağ ve Kırklareli ekibinden birkaç kişi, bizler geriden takip ediyoruz grubu. Zira onlar doğa yürüyüşü yapmayı planlarken, bizler en güzel fotoğraf karelerini almak derdinde olduğumuz için onların gerisinde kalıyoruz sürekli. Bize yöreyi Erkan YAVAŞ anlatıyor. Anlatırken de öyle heyecan duyuyor ki, bu heyecanı gözlerinde görmek çok mümkün. Kayın ağaçlarına kuşların barınabilmesi için asılmış kafesleri, fidanlıkların ihtiyacı için ari tohum üretmeye ayrılmış tohum üretim sahalarını, ıslak orman yolundaki izlerin hangi hayvana ait olduğunu, muşmulaları, pürenleri, herşeyi ama herşeyi bir çırpıda anlatıyor.
 
Bir sırt boyunca ilerlediğimiz ana orman yolundan sapıp, bir dere yatağına doğru patika boyunca alçalmaya başlıyoruz ki, ileride bir kıpırdanma oluyor. Ekip rehberleri oradaki kalabalığı toparlamaya çalışsa da nafile. Fotoğraf çekmek için öbeklenen kalabalığa yaklaşınca sebebini anlıyoruz. Üzerinde kirli beyaz benekleri olan kırmızı iri şapkalı bir mantar, öylesine de göz alıcı ki...öylece duruyor. Elinde kamerası olanlar en iyi fotoğrafı alabilmek için sürekli yer değiştirerek mantarın etrafında dört dönüyor. Aynı saatlerde bize yakın bir yerde, aynı tür mantarın gözalıcı bir fotoğrafını çekip bir fotoğraf sitesinde yayınlayan çok sevdiğim bir başka arkadaşım Tamer ARDA' nın fotoğrafını eve dönünce izleyip, bunun aynı tür mantar olduğunu hatırlayacağım. Tamer' in verdiği bilgiye göre bu bir "Amanita muscaria".
Dere yatağına doğru kayınların örttüğü bir yol boyunca iniyoruz. Vadi tabanına yaklaştıkça yol bozulmaya başlıyor. Yağışlar yolun çoğunu toprak kaymalarıyla almış. Öyle ki bazen tek kişinin geçebileceği kadar dar bir patikadan ilerleyerek, dere tabanına inebiliyoruz. Burada bitki örtüsü çok sık ve nem de çok yüksek. Ayaklarımızın altında çürüyük bitki artıklarının oluşturduğu sünger gibi kalın bir tabaka var. Bu yürüyüşü zorlaştırsa da, orman için yararlı bir durum. Çünkü bu orman için doğal torf, humus demek. Bu bitki cüruflarıyla oluşan besin değeri yüksek humuslu toprak bu bereketi adeta hakırıyor. Zira başımızı çevirdiğimiz heryer ama heryer mantar kaynıyor. Demek ki bu toprakta mikroorganizma faaliyetleri çok yüksek, bu da ekosistemin devamlılığı için arzu edilen bir durum.
Dere yatağında göğsümüze kadar yükselen zelenikalar ( orman gülleri ) arasında zorlukla ilerliyoruz. Hatta bazen derenin sürüklediği ya da önümüze çit oluşturan ağaçları geçmek için duraksamak zorunda kalıyoruz.
Birden ön taraftaki ekip liderimiz Selçuk ASLAN ani bir kararla hemen dere yatağının yanından 60-70 derece meyille yükselen tepeye dorğu ekibi çıkartmaya başlıyor. Zemini sünger gibi humusla silme kaplı orman tabanında, bu meyildeki bir tepeyi çıkmak herkesi çok ama çok zorluyor. Tepedeki düzlükte 10-15 dk dinlenmeye çekilirken, yürüyüşten iflahı kesilmiş bir bayan arkadaşın sorusu herkesin silkelenmesine sebep oluyor.
- Gelmedik mi daha?
- Hayır...diyor Selçuk.
Ağaçların arasından zirvedeki kayalıkları seçilen karşı tepeyi işaret ediyor eliyle.
- Monopetra şu karşısı.
Bulunduğumuz tepenin hemen karşısındaki kayalıklar kuşbakışı uzak görünmese de, yola koyulduğumuzda işin zorluğu ortaya çıkıyor. Üzerinde bulunduğumuz tepenin öbür yüzündeki dere yatağına birkaç yüz metre inip, hemen derenin ötesinden yükselen ve bulunduğumuzdan daha yüksek bir tepeye tırmanmamız gerekiyor. Bu belki kolay görünebilir fakat her iki tepenin de 60-70 derecelik meyile sahip olduğunu söylersem sanırım sorun anlaşılmış olur. 57 kişi gibi kalabalık bir ekiple sorun çıkmadan dere yatağına inmek için rehber arkadaşlar gerekli emniyetleri alıyorlar ve inişe geçiyoruz. Gözümüzle yatağını seçtiğimiz dereye inerken, etrafımızı kuşatan zelenikalara tutuna tutuna dikkatlice ilerlemeye başlıyoruz. Bazen yüksekçe birkaç kayalıktan atlamak, bazen sürüklenmeden güvenle aşağıya inebilmek için bu ıslak ve kaygan zeminde normalden fazla efor sarfetmek gerekiyor.
Dere yatağına sorunsuz inip, aşağıdaki kayalıklarda bir süre soluklanma ihtiyacı duyuyoruz. Bu arada Ahmet abi yaşından beklenmeyecek bir çeviklik ve zindelikle 15-20 mt yükseklikten, dalağı şişmiş dili uzamış bir şekilde inen ekibi videoya almakla, fotoğraflarını çekmekle meşgul oluyor. Yorulup yorulmadığını soran gençlere, o muzip gülümsemesiyle söylediği sözler kapak oluyor.
- Ne yorulması, kardaşım ? Bu ne ki bize ? Köylü çocuğuyuz biz, şehir bebesi değil!
Gülüşmeler, kikirdemeler arasında dere yatağında sayım almak isteyen bir ekip liderinin seslenişi duyuluyor.
- İstanbul ekibi neredeeeeeeee......Sayım alıcaaaaaazzz.....Hadi toplanıyoruz, İstanbul ekibi neredeeeeeeee ?
İsmini burada vermeyeceğim ama grubu tüm gün boyunca ateşleyenlerden birisi gerilerden sesleniyor.
- Yürürken elinde baton (doğa yürüyüşleri için kullanılan yürüyüş sopası) taşıyanları topla. Al sana İstanbul ekibi. :))
Bütün ekip yeniden sayım alıyoruz. Selçuk önde, tüm ekip hemen dere yatağından yükselen tepeye tırmanmaya başlıyor. Az evvel indiğimiz tepenin en zorlusu olduğunu düşünenler çok yanıldılar. Buna kendimi de dahil ediyorum. Oldukça yüksek bir meyille, sünger gibi humus kaplı bir orman zemininde tırmanmaya başlıyoruz. İndiğimiz tepeden daha yüksek bir tepe burası. Kan ter içinde ve arada büyük kopmalar olarak kayalıkların dibinde yer alan düzlük bir alana ulaşıyoruz. Göğsümüz kafesinden fırlayacak gibi inip kalkıyor. Bu kadar zor tırmanacağımızı hiçbirimiz düşünemezdik herhalde.
Kayın ağaçları arasında bir düzlük burası. Öteye beriye serpiştirlmiş 3-5 metre yükseklikte kayalıklar var. Herkes bir tarafa kendini atmış durumda. Herkes perişan ama Ahmet abi hala fotoğraf çekerek ortalığa gülücükler dağıtyor.
- Dur kardaşım, seni de çekeyim. Klibi yayınladığımda kendini seyredersin.
Bu "seni artiz yapacağım" diyen bir yönetmenden daha masum bir teklif gibi görünse de, " Bu klibi internete vereyim de görün bakın nasıl patlayacak " dediğinde bir şüphe herkesi kemiriyor.
- Nasıl yani ?
Sırt çantalarımızı yüklenip, hemen bulunduğumuz düzlükten yüz yüzelli metre ötede yükselen kayalıklara doğru yeniden yürüyüşe geçiyoruz. O ana kadar orman içerisinde nasıl bir yerde olabileceğimizi anlamanın mümkünü pek de yokken, birden kayalıkların üzerinden açılan aralıktan bütün manzaraya hakim bir seyir terasına çıkıveriyoruz. Manzara muhteşem. Aşağılara Trakya ovalarına doğru bir elin parmakları misali sokulmuş tepeleri görüyoruz. Burası dinlenip beraberimizde getirdiğimiz yollukları yiyeceğimiz seyir terası. Başımızı çevirdiğimiz her yönde manzaranın bir parçasını bile kaçırmama derdinde herkes. Bir doğa aşığının cep telefonundan yayılan ve bir anda herkesin ruh iklimini değiştiren müzik; hangisinin zirvesine çıkılırsa çıkılsın, insanda uyandırdığı özgürlük hissine tercüman olan, Karadeniz horonu...
Yürümekten iflahı kesilmiş bir bayan arkadaşın sorusuna, sanırım Erkan YAVAŞ cevap vermişti.
- Meşhur Monopeta burası mı şimdi ?
- Burası da sayılır ama...ama...Monopetra asıl karşısı.
Eliyle işaret ettiği yönde, bulunduğumuz yere 300-350 metre mesafede ve bizim oduğumuz yükseklikten 70-80 metre daha yüksek bir irtifada, ormana bir kartal başı gibi sokulan bir dizi kayalığı gösteriyor. Monopetra işte orası. Bulunduğumuz seyir terası ise bu kayalıkların biz dizi uzantısı. Kayalıklardaki hayvan figürlerini, bulunduğumuz terasın alt kısmında da kayaya sarılmış bir yılan motifi olduğunu anlatıyor Erkan bize, bir çırpıda.
Bu aşamada size Monopetra' nın hikayesinden bahsedelim.
Monopetra Bulgarca "tek kaya" anlamına geliyor. Yörede cumhuriyet dönemindeki mübadele yıllarına kadar yaşayan Balkan halkları tarafından verilmiş bir isim bu. Fakat kimse de bu ismi değiştirmeyi düşünmemiş. Dile hoş ve etkili geliyor. Aynı zamanda yörede bu kayalıklara "Ağlayan kaya", "Kartal Kayası", "Eşkiya Kayalıkları" gibi isimler de veriliyor.
Rivayet odur ki, Petra adında bir Bulgar eşkiya ormanın derinliklerinde bulunan bu kayalıklarda saklanırmış. Aşağılardaki Kızılağaç, Kışlacık üzerinden Kıyıköy'e ulaşan antik şarap yollarındaki tüccarları, Balkanlar'daki karışıklıkları gidermek için didinen Osmanlı askerlerine giden sevkiyatı yağma eder, halka korku saçarmış.
Bir başka rivayet ise, Petra isminin Bulgarca'da "kaya" anlamına geldiği, eşkiyanın adının bu olamayacağı yönündedir. Buradan namı yayılan eşkiyanın, cumhuriyet yıllarına kadar öldü mü kaldı mı öğrenilemese de ormanda yaşadığı sanılan, Bulgar Sadık isimli etrafa büyük korku saçmış bir eşkiya olduğu yönündedir.
1919 yılında Saray ilçesinde kaymakamlığa getirilen Arap Kaymakam lakaplı Sadullah KOLOĞLU' nun at binip silah kuşanarak Istrancalardaki Bulgar çetecilerin, eşkiyaların peşinden bu ormanların içlerine kadar geldiğini yine kaymakamın anılarından öğreniyoruz.
Bu kayalıklar aynı zamanda İstanbul' un fethinde kullanılan topların döküldüğü Demirköy dökümhanesine yakınlığıyla biliniyor. Fatih' in Trakya' dan topladığı 100 bin kadar askeri bu ormanlardan, gündüz dinlendirip gece yol aldırarak beraberindeki toplarla Çatalca üzerinden Edirnekapı' ya kadar getirdiği tarihi kaynaklarda yer alıyor. Ola ki bu kayalıklar Fatih' in askerlerini de kuytusunda bir müddet saklamış olsun.
Bizler hala yemeklerimizin tadını çıkartıp manzarayı izlerken karşıdaki kayalıkların kartal başı gibi uçuruma doğru sokulan tepesinde önce iki, sonra bir üçüncü kişi görünüyor. İlk ikisini tanımak mümkün. Her ikisi de yöreyi zaten iyi bilen, defalarca bu civara gelmiş Erkan YAVAŞ ve Serkan GÜRAY. Bulunduğum güvenli seyir terasından bile tüylerimi ürpertecek bir görüntü bu.
Peki ya o üçüncü kişi kim ? Sizin bir tahmininiz var mı peki?...
Hadi ben söyleyim, Ahmet abi. Ne zaman, nasıl, ne cesaretle oraya tırmanmış anlamak mümkün değil. Derken, o meşhur lafı yine hafızmızda çınlıyor. De-ja-vu...
- Köylü çocuğuyuz biz kardaşım, şehir bebesi değil.
Eşyalarımızı toplayıp Monopetra' nın o zirvesine ulaşmak üzere, yine Selçuk ASLAN' ın liderliğinde yürümeye başlıyoruz. Yaklaşık 300-350 metre ilerleyip kayalıkların ardına geliyoruz. Kayalıklar hemen yanıbaşımızdan 7-8 metre yükseliyor fakat bulunduğumuz noktadan aşağıları göremiyoruz. Bunun üzerine bu fırsatı tepmek istemeyen 10-15 kişi kayalıklara tırmanıyoruz. Etrafımızı kuşatan orman kuşağının üzerinde birden zirveye ulaşıyoruz.
Manzara tarifsiz, büyüleyici. Güney ve doğu yamaçlarına doğru alçalan tepelere karşılık, batı ve kuzey yönünde daha yüksek zirveleri seçebiliyoruz. Batı yönünde Trakya' nın zirvesi Mahya Tepe hemen kendini ele veriyor. Kuzeyimizdeki Demirköy' ün yüzünü döndüğü Karaman Tepe olmalı. Peki ya doğu, kuzeydoğu yönünde yeşilliklerin bittiği noktada gerilmiş bir yayın iç hatları orman kuşağını öpen mavilik ve onun ortasındaki yerleşim neresi olsun ki?
- Orası İğneada.
Dedim ya doyumsuz bir manzara.
Güneş Mahya Tepe üzerinde alçalmaya başlamışken, dönüş yoluna koyuluyoruz. Monopetra' nın yeni eşkiyaları(!), bulunduğumuz tepenin sırtı boyunca gayet yumuşak bir meyille dönüş yoluna koyulmuşken, 3 kişinin eksik olduğu sayım sonucu anlaşılıyor. Demek ki böylesi etkinliklerde gerekli emniyetleri almak önem taşıyormuş. Bir süre sonra kayıp kişiler de ekibe ulaşıp, yola koyuluyoruz.
Sonbahar rüzgarının henüz saçlarını taramadığı hala yeşil bir kayın ormanı içerisinde sohbet ede ede bir dönüş yolculuğu başlıyor. Her taraf ama her taraf yerden fışkıran renk renk mantarlarla dolu. Selçuk bize yeşil bir yaprağın orta yerinden çıkmış kırmızı bir tohum-meyve gösteriyor.
- Bu gelin küpesi. Tavşan kirazı da dendiği oluyor. Karacalar bunu çok sever. Bu sebeple bu bitkiyi olabildiğince korumaya çalışır ormancılar...diyor.
Çorlu' dan geziye katılan Demet hanım sırt çantasına humusa kesmiş toprakta doğal ortamlarında çok sayıda gördüğümüz tavşan çiçeklerinden ( cyclamen ) bir iki kök koyuyor. Bu ormanlarda bu bitkileri görmek büyük mutluluk. Zira üniversitede "bahçe bitkileri" okumuş biri olarak bu ormanlarda doğal yayılış yaptığını bilmiyordum.
Bir saati geçen ormaniçi bir yolculuk sonunda, ki bu defa ne yokuş indik ne yokuş çıktık, aracımızla buluşacağımız noktaya varıyoruz. Burada topluca bir hatıra fotoğrafı çekildikten sonra, İstanbul ekibiyle vedalaşıyoruz. Zira onlar aşağıdaki Yeniceköy' de mola verip bu köyün meşhur et lokantalarında damaklarını şenlendirecekler. Bizlerse Vize-Çerkezköy üzerinden Tekirdağ' a kadar yola devam edeceğiz.
Yolun başından kendi aracıyla Demirköy' e dönecek olan Erkan YAVAŞ ise, İstanbul ve Tekirdağ yönüne gidecek her iki aracı da uğurlayan kişi oluyor. O ilk fotoğrafları yayınlayan kişi olan Erkan' a, bu güzel gün için de teşekkür etmeliyiz.
Yeniceköy' ü geçerken köylülerin de günü bu masal ormanlarında geçirdiklerini anlıyoruz. Zira yol boylarında kasalar dolusu dağ mantarı satan köylüler, tezgahlarının önünde duraklayacak alıcılarını bekliyorlar. Bu mevsimde,İstanbul'dan soğuk hava deposu olan araçlarıyla gelen tüccarlar köylülerin için dağ mantarı toplayıcılığı yaygın bir uğraş.
- Dağ mantarı... Kilosu 5 TL...
Sabah geldiğimiz yol boyunca geriye dönerken, katılanları bir bir oturdukları yerlere dağıtacağız. Poyralı köyünde Kırklareli ekibi bizlerden ayrılıyor. Ardından Saray ilçesine uğrayıp, ağaçlıklar arasındaki parklarında son bir akşam çayı içiyoruz. Fotoğraflar çekiliyor, bu an ölümsüzleştiriliyor. Çorlu' ya gelip bizler de inmeye hazırlanırken, Ahmet abi Tekirdağ Zirve Dağcılık şubesinden Ümit beye seleniyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder