Salı, Kasım 22, 2011

rahib bahira peygamberimize ne sordu

Mekkelilerin öteden beri devam ettirdikleri bir âdetleri vardı. Yeni doğmuş çocuklarını kendileri emzirmezlerdi. Onları emzirilmek üzere yaylalarda yaşayan sütannelere verirlerdi. Çünkü Mekke’nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücutlarına yaramazdı. Çölde ise hava güzel, su tatlı ve temizdi.
Çocuğun güzel konuşma öğrenmesi de mümkündü. Çünkü, yaylada yaşayanların konuşması daha düzgündü.

Yaylalarda yaşayan kadınlar senede birkaç defa Mekke’ye inerlerdi. Yeni doğan çocukları alıp yurtlarına dönerlerdi. Çocuk bazen 2-3 sene sütannenin yanında kalırdı. Sütanneler bu hizmetlerine karşılık bazı hediyeler alırlardı.
Yine etraftan Mekke’ye bir çok sütanne geldi. Bunlar Sa’d Oğulları Kabilesinin kadınları idi. Mekke’ye gelen sütannelerin her biri münasip birer çocuk buldular. Aralarından hiç biri Peygamberimizi almaya yanaşmadı. Çünkü o yetimdi. Dünyaya gelmeden iki ay önce babasını kaybetmişti. Yetim bir çocuktan kendilerine bir hayır gelmeyeceğini düşünüyorlardı.
Kadınlardan sadece biri geride kalmıştı. İsmi Halime idi. O geç kalmıştı.
Halime üzgündü. Eli boş yurduna dönmek istemiyordu. Herkes kendine uygun bir çocuk bulmuştu. Kendisi nasıl eli boş dönebilirdi?
Peygamberimizin annesi ile dedesi de nur topu Peygamberimize bir sütanne bulamadıkları için son derece üzülmüşlerdi.
Halime Mekke sokaklarında üzgün üzgün dolaşıyordu. Emzirecek bir çocuk bulmayı ümit ediyordu. Abdülmuttalib de torununa bir süt anne bulmak için köşe bucak geziyordu. Bir ara Halime ile Abdülmuttalib bir sokakta karşılaştılar. İkisi de sanki birbirlerini arıyormuş gibiydiler.
Peygamberimizin dedesiyle, Halime arasında şöyle bir konuşma geçti:
“Sen neredensin?
“Sa’d Oğulları Kabilesinden.”
“Adın ne?”
“Halime.”
“Çok güzel. Hilm (yumuşak huyluluk) çok şerefli bir güzelliktir.”
Daha sonra Abdülmuttalib, “Ey Halime!” dedi. “Benim yanımda yetim bir çocuk var. Torunumdur. Diğer kadınlar, ‘Yetimdir. Ondan bize bir fayda gelmez’ diyerek almadılar. Gel, sen onu emzir. Onun yüzünde saadet parlıyor. Umarım ki, sen de onun yüzünden hayır ve bereket görürsün.”
Halime, emzirecek süt çocuğu aramaktan bitkin düşmüştü. Üstelik ortalıkta alacak bir çocuk da görünmüyordu. Teklifi kabul etti.
Beraberce Peygamberimizin bulunduğu eve geldiler. Nur topu Peygamberimiz, annesinin gösterişsiz evinde mışıl mışıl uyuyordu. Yünden beyaz bir kumaşa kundaklanmıştı. Altında yeşil iplikten örülü bir kumaş vardı. Odası mis gibi kokuyordu.
Halime nur yavrunun yanına yaklaştı. Birden bire kendinden geçer gibi oldu. O âna kadar yüzü böylesine pırıl pırıl parlayan bir bebek görmemişti. Hayran kaldı. Öylesine içi ısınmıştı ki, Peygamberimizi uyandırmak bile istemedi. Nur yavruyu kucaklayıp bağrına bastı. O gece yaylaya dönmediler. Mekke’de sabahladılar. Halime de, kocası da çok rahat uyudular. Halime’nin göğsü süt dolmuştu.
Sabah olunca, Halime’nin kocası beraberlerindeki develeri sağmaya koştu. Elini attığı her meme sanki birer süt çeşmesi kesiliyordu. Haris, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemiyordu. Hayretler içinde hanımına seslendi:
“Ey Halime! Bil ki, sen çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın.”
Halime de kocasını doğruladı: “Vallahi ben de öyle olmasını ümit ediyorum.”
Bu sırada şaşırtıcı bir olay daha oldu. Halime, kafileden hayli geride kalmıştı. Arkadaşlarına yetişmeleri lâzımdı. Ama bindikleri eşek ihtiyar ve zayıftı. Fakat, garip bir şey oldu. Halime üzerine bindiğinde eşek birden hareketlendi. Hızla yol almaya başladı. O yaşlı, çelimsiz hayvan gitmiş, yerine kuvvetli ve süratli bir eşek gelmişti. Kısa zamanda kafileye yetiştiler.Hatta geçtiler bile. Kafiledeki
herkes buna şaşırdı. Gözlerine inanamıyorlardı.
“Ey Halime! Ne oluyor sana? Bizi beklesene,” diye seslendiler.
Halime, ” Vallahi onu ben hızlandırmıyorum. Kendisi böyle gidiyor” diye cevap verdi.
Kadınlar hayret içinde kalmışlardı. Tüm bu olanların sebebi Sevgili Peygamberimiz’di.

• PEYGAMBERİMİZ SÜT ANNESİNİN YANINDA
Peygamberimiz artık Sa’d Oğulları yaylasındaydı. Yaylanın temiz havasını alacak, berrak suyundan içecekti. Kuşların ötüşlerini, kuzuların meleyişlerini dinleyecekti.
Nur yavrunun gelmesiyle birlikte Halime’nin evinde daha önce hiç görülmemiş bolluk yaşandı. Süt vermeyen memelerden süt fışkırmaya başlamıştı. Hayvanlar karınlarını tıka basa doyuruyor, istenilen sütü veriyorlardı. Bu bereket yalnızca Peygamberimizi yanında barındıran Hazret-i Halime’nin evine âitti. Diğer yayla halkı öyle değildi. Halime kendisine bunun sebebini soranlara, “Bu iş Rabbimin sırlarından biridir. Her şey Mekke’den dönüşümüzle birlikte başladı” diye karşılık veriyordu.
(Halime’nin üç evladı vardı: Abdullah, Üneyse ve Şeyma. Bunlardan özellikle Şeyma, süt kardeşini çok severdi.)
Günler akıp gidiyordu. Sa’d Oğulları yaylasında kuraklık ve kıtlık hâlâ son bulmuş değildi. Yayla halkı her hafta yağmur duasına çıkıyordu. Halk o anki inançlarına göre dua ediyor, yağmur diliyorlardı. Fakat her seferinde elleri boş dönüyorlardı.
Yine yağmur duasına çıktıkları bir gündü. Yalvarmış yakarmışlardı. Ama yağmurun tek damlası bile inmemişti. Bu sırada yaşlı kadınlardan birinin aklına Peygamberimiz geldi. Toplananlara, komşum Halime’nin evinde Mekkeli bir çocuk var. Geldiği günden beri Halime’nin evi bereketle dolup taşıyor, dedi. Ardından şunları söyledi:
“O çocuk uğurlu bir çocuktur. Bir de onu buraya getirelim. Belki ayağı uğurlu gelir. O zaman duamız kabul olur.”
Hazreti Halime de oraya gelmişti. Kadın koşa koşa Hazret-i Halime’nin yanına vardı. Düşündüklerini söyledi. Kadının söyledikleri Hazret-i Halime’nin de aklına yattı. Süratle eve vardılar. Peygamberimizi sütannesi kucakladı. Güneşten korumak için de yüzüne bir örtü örttü.
Evden çıkıp yürüdüler. Az sonra garip bir şey gördüler. Küçük bir bulut onlara gölgelik ediyordu. Kendilerini güneşin sıcaklığından korumak ister gibiydi.
Eller tekrar açıldı. Dudaklar tekrar Allah’a yalvarmaya başladı. Herkes, “Ey Rabbimiz, bu güzel çocuğun yüzü suyu hürmetine, bize yağmur ver” diye duâ ediyordu.
Aylardır süren bekleyiş bitmek üzereydi. Peygamberimizin başı üzerindeki bulutun birden büyüdüğü ve ufuklara doğru yayıldığı görüldü. Kısa bir zamanda küçük bulut yerini kocaman bir buluta bıraktı. Gökyüzü bulutla kaplanmıştı. Duâ mırıltılarına sevinç çığlıkları da karıştı.
“Yağmur geliyor, yağmur” diye bağrışıyorlardı!
Sevgili Peygamberimizin büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu. Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Konuşması oldukça düzgün ve pürüzsüzdü.
Peygamberimiz iki yaşına basınca sütten kesildi. Onun orada kaldığı sürece yayla halkının kıtlık ve kuraklığa düştüğü hiç görülmedi.
Süt çocuklarını geri verme zamanı gelip çatmıştı. Hazret-i Halime’nin gönlünü bir hüzün kaplamıştı. Nur yavruyu öz evlâdından çok seviyordu. Ona hep kol kanat germiş, canı gibi sevmişti. Fakat annesine geri vermekten başka çaresi yoktu.
Nur Muhammed’i alarak Mekke’ye geldiler. Yavruyu annesine teslim etti. Hazret-i Âmine sevinçli, Hazret-i Halime üzüntülüydü. Biri öz yavrusuna kavuşmanın mutluluğunu yaşıyor, diğeri ayrılmanın acısıyla yanıyordu. O an Hazret-i Halime şu teklifi yaptı: “Nur Yavru biraz daha yanımda kalsa olmaz mı? Ben ona Mekke vebasının bulaşmasından korkuyorum.”
Çok samimî bir arzuydu bu. Hazret-i Halime’nin gönlünden kopup gelmişti. Hazret-i Âmine bu candan yalvarışa karşı koyamadı. Ciğerpâresinin bir süre daha orada kalmasına razı oldu. Hazret-i Halime muradına ermişti. Peygamberimiz, süt annesiyle birlikte yeniden yaylaya döndü.
Günlerini genellikle süt kardeşleriyle birlikte koyun güderek geçirirdi. Çoğu zaman bir taşın üzerine oturur, gökyüzüne bakarak derin düşüncelere dalardı. Yine böyle bir gün Cebrâil (a.s.) gelerek onun göğsünü yardı. Kalbini çıkararak zemzem suyuyla yıkadı ve yerine yerleştirdi. Bu, Efendimiz’in hiçbir acı duymadığı, mânevî bir ameliyat gibiydi. Böylece Allah, Habîbi’ni kötülüklerden temizliyordu. Kâinatın Efendisi dört yaşına gelmişti. Hazret-i Halime artık onu, annesine teslim etmeyi düşünüyordu. Sütanne Halime’nin içi yanıyordu. Ama yapacağı bir şey yoktu. Nur Çocuk, Sa’d Oğulları yurduna dört sene ışık saçmıştı. Şimdi sütannesi tarafından, öz annesine verilecekti. Halime ve kocası gece Mekke’ye girdiler. Bir ara sevgili Peygamberimiz gözlerden kayboldu. Hazret-i Halime ve kocasını bir telâş aldı. Aramadıkları yer kalmamıştı. Ama bulamadılar. Dedesini bulup haber verdiler. Torununun kaybolduğunu öğrenen şefkatli dede şaşkına döndü. Üzüldü. Telâşla aramaya koyuldu. Boşuna arıyorlardı. Peygamberimiz ortalıkta görünmüyordu.
Abdülmuttalib, ellerini açarak şöyle yalvardı: “Allah’ım, ne olur Muhammed’imi bana bağışla.”
Tam bu sırada uzaktan iki kişi göründü. Yanlarında bir çocuk vardı. Evet, bu çocuk Peygamber Efendimizdi. Üzüntülü dede, hasretini çektiği saadet güneşini bağrına bastı. Doyasıya öpüp kokladı. Sonra boynuna bindirdi. Birlikte doğruca Kâbe’ye gittiler. Onu götürüp annesine teslim etti. Artık Peygamberimiz annesinin sıcak kucağında idi. Onun şefkatli kolları arasında olmanın mutluluğunu yaşıyordu.
Süt annesi ise nur yavruyu Mekke’de bırakıp yaylaya döndü. Fakat, Peygamberimizi hayatı boyunca unutmadı. Peygamberimiz de kendisini dört sene kucaklayan ve saran kişiye hürmetini eksik etmedi.

• PEYGAMBERİMİZİN ANNESİ, DEDESİ VE AMCASI -
Kâinatın Efendisi altı yaşına girmişti. Annesi Hz. Âmine onu alıp Medine’ye götürdü. Orada akrabaları vardı. Aynı zamanda sevgili eşi Hz. Abdullah’ın mezarı da buradaydı. Peygamberimiz babasının kabrini ziyâret etti. Gözyaşlarını tutamayıp ağladı.
Medine’de bir ay kadar kaldıktan sonra Mekke’ye dönmek üzere yola çıktılar. Yanlarında Peygamberimizin dadısı Ümmü Eymen de vardı.
Yola çıktıktan az sonra Hz. Âmine âniden hastalandı. Rahatsızlığı gittikçe artıyordu. Peygamberimizle dadısı telâşa kapıldılar. Kendilerini zar zor Ebvâ denilen köye attılar. Hz. Âmine’nin dizlerinde kuvvet kalmamıştı. Oracıkta bir ağacın altına yığılıverdi. Peygamberimiz de annesinin haline ağlıyordu. Kendisini annesiz kalacağı endişesi sarmıştı. Babasını göremeden kaybetmişti. Şimdi de annesini mi âhirete yolcu edecekti? Peygamberimiz bunu düşünüyor, için için üzülüyordu.
Hz. Âmine, dünyadaki son anlarını yaşadığını hissetmişti. Bunu gizlemeye gerek yoktu. En çok da geride bırakacağı Nur Yavrusu için üzülüyordu. Sevgili oğluyla vedalaşmak dayanılmaz bir acıydı…. Gözlerini yumdu. Ruhunu yüce Allah’a oracıkta teslim etti.
Peygamberimizle Ümmü Eymen donakalmıştı. Dilleri tutulmuştu. Kâinatın Efendisinin gözyaşları sicim gibi akıyordu. Ümmü Eymen kedisini çabuk toparladı. Nur Yavrunun gözyaşlarını elleriyle sildi.
Böylece Peygamberimiz küçük yaşında hem babasız, hem de annesiz kalmıştı. Fakat sahipsiz değildi. Sahibi ve koruyucusu Allah’tı.
Kâinatın Efendisini dedesi yanına aldı. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib hayli yaşlıydı. Kureyş Kabilesinin reisiydi. Sevgili torununu canı gibi severdi. Onu şefkat kanatları altına almıştı. Onsuz hiçbir yere gitmezdi.
Sevgili Peygamberimiz de dedesini çok severdi. Sözlerini dinler, kendisini hiç utandırmazdı. Aksine iftihar duyacağı davranışları olurdu. Nur Torununun sözleri, hareketleri büyük insanlarınkinden farksızdı. Zaman zaman toplantı ve sohbetlerde Abdülmuttalib’e sorular sorulurdu. O da torunu Peygamberimizle konuşmadan, onun görüşünü almadan cevap vermezdi. Torunu, dedesinin samimî bir arkadaşı, içten bir dert ortağıydı. Bütün bunlara rağmen Peygamberimiz asla şımarmaz, dedesine karşı hürmette kusur etmezdi.
Abdülmuttalib’in Kâbe duvarlarının gölgesinde serili bir minderi vardı. Çocuklar bu mindere oturamazdı. Abdülmuttalib de çocuklarından hiç birini mindere oturtmazdı. Sadece Peygamberimizi kucaklayarak minderin yan tarafına oturturdu. Onu oradan indirmek isteyenlere de engel olurdu. “Bırakınız sevgili torunumu, yanıma otursun. O ileride büyük bir insan olacaktır,” derdi.
Kâinatın Efendisi sofrada da dedesinin yanında otururdu. Dedesi o olmadıkça yemeğe başlamazdı.
O sıralarda Mekke’de şiddetli bir kuraklık vardı. Aylardır bir damla yağmur yağmamıştı. Yiyecek bir şey bulunmuyor, insanlar içecek suyun hasretiyle yanıyorlardı.
Abdülmuttalib sevgili torununun büyüklüğünü anlamıştı. Onu yanına alıp Ebû Kubeys Dağına çıktı. Mekkeliler de onların peşinden geldiler. Abdülmuttalib, yüzünü Kâbe’ye çevirdi. Peygamberimizi kucaklayıp üç defa yukarıya doğru kaldırdı. “Allah’ım! Bu çocuk hakkı için, bizi bol yağmur ile sevindir” diye dua etti.
Çok geçmedi. Gökyüzü karardı. Ardından bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Yağmur damlalarıyla insanların sevinç gözyaşları birbirine karıştı. Abdülmuttalib’in torununa olan sevgisi bir kat daha arttı. Onu koruyup gözlemeye daha çok dikkat etmeye başladı.
Abdülmuttalib bir gün aniden rahatsızlandı. Yaşı da hayli ilerlemişti. Rahatsızlığı gittikçe artıyordu. Anlaşılan âhirete göçü yaklaşmıştı.
Bugüne kadar sevgili torununa gözü gibi bakmıştı. Ama yapması gereken son bir vazifesi vardı. Onu teslim edeceği emin bir kişi bulmalıydı. Bütün oğullarını yanına çağırdı. Önce aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o katı kalpli, merhametsiz biriydi. Nur Yavruyu ona bırakmaya gönlü elvermedi.
Abbas’a döndü. O da olmazdı. Çünkü onun çocukları çoktu. Bu yüzden ancak onlarla ilgilenebilirdi. Hz. Hamza’yı hatırladı. Ona da gönlü razı olmadı. Genç, ama meraklı biriydi. Torunu ile gereği gibi ilgilenemezdi. Birden Ebû Talip’e döndü. ” İşte Nur Torunumun koruyucusu” deyiverdi içinden. Gerçi Ebû Talip zengin değildi. Serveti yoktu. Ama şefkatli, merhametli ve sevgisi boldu. Torununu en güzel şekilde ancak o koruyabilirdi.
Bununla birlikte Abdülmuttalip sevgili torununa sordu: “Amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin?”
Sevgili Peygamberimiz bu soruya hareketleriyle karşılık verdi. Yerinden kalkarak amcası Ebû Talip’in boynuna sarıldı. Böylece kimin yanında kalmak istediğini belli etmiş oldu.
Abdülmuttalib ölüm yatağındaydı. Belki de son anlarını yaşıyordu. Tercihinde isâbet etmişti. Gözü arkada kalmayacaktı. Bunun üzerine Ebû Talip’e dönerek şunları söyledi: “Bak oğlum! Torunumu sana emanet ediyorum. Ona iyi bak. O, ilâhî bir emanettir.”
Ebû Talip de çok sevinçliydi. Sevgili yeğeninin kendisini seçmesi onu duygulandırmıştı. Gözleri dolu dolu oldu.
“Sen hiç merak etme babacığım. Onu kendi canımdan bile üstün tutacağım. Onu koruyup gözeteceğim. Bundan emin olabilirsin” dedi.
Abdülmuttalib’in gözleri yaşla doldu.Bunlar sevinç gözyaşlarıydı. Artık içi rahattı. Gönlü huzur içindeydi. Sevgili torununu merhametli amcasına teslim etmişti.
Abdülmuttalib bundan sonra pek fazla yaşamadı. Sevgili Peygamberimiz dedesinin ölümüne çok üzüldü.
Sevgili Peygamberimiz ömrünün ilk sekiz senesini işte böyle geçirdi. Hep acılar, üzüntüler ve kederler yaşadı. Yüce ruhu ve ince kalbi ilerde karşılaşacağı zorluklara karşı koymaya alıştırılıyor gibiydi.
Ebû Talip oldukça fakirdi. Fakat son derece iyilik sever birisiydi. Sütünden istifade edilen devesinden başka hiçbir şeyi yoktu. Üstelik âilesi de kalabalıktı. Bu yüzden geçim sıkıntısı çekiyordu.
Bununla birlikte Mekkeliler tarafından çok sevilirdi. Çünkü dürüsttü, doğruydu, yardımseverdi. Hiçbir kötülüğünü gören olmamıştı.
Ebû Talip, sevgili Peygamberimizi de candan severdi. Onu kendi çocuklarından ayırt etmezdi. Gittiği her yere onu götürür, yanı başına oturturdu. Bir arkadaş gibi onunla konuşur, sohbet ederdi.
Ev halkı peygamberimiz olmadan sofraya oturmazdı. O, bulunduğu sofraların bereketini arttırıyordu. Peygamberimizin bulunduğu sofradan herkes doyarak kalkardı. Hattâ yemeğin arttığı bile olurdu. Bulunmadığı zamanlarda ise sofradakiler doymadan yemek bitiverirdi.
Peygamberimiz küçük yaşından beri az yerdi. Allah’ın verdiği nimetlere hürmet ederdi. Büyükleri yemeğe başlamadan, o aslâ lokmayı ağzına almazdı. Hiçbir zaman açlıktan, susuzluktan şikâyet etmezdi.
Ebû Talip’in hanımı da Nur Yavruyu çok seviyordu. Bakımına öz evlâdı gibi dikkat ederdi. Bazen onu yedirip giydirmeden çocuklarıyla bile meşgul olmazdı. Böylece, Peygamberimize yetim kalmış olmanın acısını hissettirmemeye çalışırdı.
Sevgili Peygamberimiz de saygı ve hürmetinde asla kusur etmezdi. Çok sonraları, yengesinin ölümünde, “Bugün annem öldü” diyerek saygısını dile getirmişti. Sonra da gömleğini çıkarıp ona kefen yapmıştı. Hatta kabrine inmiş, bir süre orada kalmıştı.
Bunu gören Müslümanlar merak ettiler. Sebebini sordular. Sevgili Peygamberimiz de şu açıklamayı yaptı:
“Amcam Ebû Talip’ten sonra bu kadıncağız kadar bana iyilik eden kimse olmadı. Cennet elbiselerinden bir elbise giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre alışması için de bir müddet yanında kaldım.”
Peygamberimiz kendisine yapılan iyilikleri hiç unutmazdı. Peygamberimiz on yaşına girmişti. Yanında kaldığı amcası geçim sıkıntısı çekiyordu. Yardıma muhtaçtı. Birkaç koyun ve keçinin gelirinden başka bir geliri yoktu. Bunların güdülmesi için bir çoban tutulması gerekti. Bu ek bir masraf demekti. Sevgili Peygamberimiz buna izin vermedi. Koyun ve keçileri kendisinin güdeceğini söyledi. Böylelikle hiç değilse amcasını çoban masrafından kurtarmış olacaktı.
Onu canı gibi seven amcası buna razı olmadı. Fakat Peygamberimizin şiddetli ısrarı karşısında kabul etti. Bu sefer de yengesi izin vermiyordu. Gözü gibi baktığı Nur Yavruyu yakıcı güneş altında bırakmaya gönlü elvermiyordu.
Ancak Peygamberimiz bu arzusunda kararlı idi. Sonunda Fatıma Hatunu da razı etti. Artık her gün sabahleyin erkenden koyun ve keçileri alıp götürüyordu. Vadi ve tepelerde dolaştırıp otlatıyordu. Böylece geçim sıkıntısı içindeki amcasına yardım etmiş oluyordu. Bu sırada yalnız başına kalabilme imkânı da bulmuştu. Kırda, Yüce Yaratıcısının her an tazelendirdiği güzel manzaraları seyrediyordu. Ruhu onlardan büyük bir zevk alıyordu. Mübarek ömürlerinin bir senesi böyle geçti.
Peygamberimiz henüz on yaşlarında iken bile boş durmayı sevmiyordu.

• RAHİP BAHİRA -
Peygamber Efendimiz on iki yaşına girmişti. Amcası hâlâ geçim sıkıntısı çekiyordu. Bu sırada Mekkeliler büyük bir ticâret kervânı tertiplediler. Bu kervana Ebû Tâlip de katılacaktı.
Yol hazırlıkları yapılıyordu. Peygamberimiz de hazırlıkları yakından takip ediyordu. Amcasından günlerce ayrı kalacaktı. Buna nasıl dayanabilirdi? Bir gün dayanamayarak ona şöyle söyledi:
“Amcacığım, beni nereye ve kime bırakıp gidiyorsun? Burada ne annem var ne de babam.”
Ebû Talip bu sözlere dayanamadı. Onu da yanına aldı.
Ticâret kervanı çölleri aşa aşa Busra’ya vardı. Orada mola verdi. Busra, Şam ile Kudüs arasında bir kasabaydı. Suyu boldu. Geniş bahçeleri bulunuyordu.
Bu şehre yakın bir manastır vardı. Burada Bahira adlı bir rahip yaşıyordu. Hıristiyanların büyük bir âlimi idi.
Mekkelilerin kervanı da bu manastıra yakın bir yerde konaklamıştı. Bilgin rahip, şehirlerine gelen bu kervanı merakla takip ediyordu. Çünkü bir bulutun onları gölgelediğini görmüştü. Bulut onları çölün yakıcı sıcağından koruyordu. Rahip bu yaşına kadar böyle bir şey görmemişti. Manastırdan çıktı. Mekkelileri yanına çağırdı.
“Ey Kureyşliler,” dedi. “Size yemek hazırladım. Bu ziyafetime hepiniz davetlisiniz. Hiç kimsenin geride kalmasını istemem.”
Bunun üzerine herkes davete katıldı. Sofraya oturdular. Peygamberimiz, yaşı küçük olduğu için malları beklemekle görevlendirilmişti.
Bahira sofradakileri dikkatlice süzdü. Ama aradığı yüz yoktu. “İçinizde yemeğe gelmeyen kimse var mı?” diye sordu.
“Sadece bir çocuk var,” dediler. “Eşyalarımızı beklesin diye geride bıraktık.” Bahira, onun da gelmesini ısrarla istedi. Peygamberimizi de alıp getirdiler.
Sevgili Peygamberimiz de sofraya oturmuştu. Rahip ise onu dikkatlice süzüyordu. Her hâlini, her hareketini gözden geçiriyordu. Sanki onda bir şeyler arar gibiydi.
Sonunda aradığını bulmuştu. Çünkü Peygamberimizin her hâli okuduğu kitaplarda yazılan özelliklere tıpa tıp uyuyordu.
Yemek yendikten sonra Bahira, Peygamberimizin kulağına eğildi. “Bak delikanlı,” dedi. “İki büyük put olan Lat ve Uzza hakkı için sana soracağım sorulara doğru cevap ver.”
Peygamberimiz, “Lat ve Uzza adına benden bir şey isteme. Vallahi, onlardan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmiyorum” diye karşılık verdi.
Rahip Bahira şaşırmıştı. “O halde Allah hakkı için, soracaklarıma cevap ver” dedi.
Peygamberimiz bu sefer, “Sor, istediğini sor” dedi.
Her aldığı cevap Bahira’yı hayrete düşürüyordu. Son peygamberin bütün sıfatları Peygamberimiz’de görülüyordu. Son olarak Peygamberimiz’in sırtına baktı. Orada Peygamberlik mührünü gördü. Bu mühür onun son peygamber olduğunun ifâdesiydi.
Bahira bütün bunlardan sonra Ebû Talip’in yanına gitti. Ona şunları söyledi: “Al bu yeğenini derhal memleketine götür. Onu kıskanç Yahudilerden koru. Eğer onlar da benim gördüklerimi görürlerse, ona kötülük ederler. Bu çocuk ileride büyük nam ve şan kazanacaktır.”
Bunları duyan Ebû Talip rahibin dediklerini yaptı. Oracıkta mallarını sattı. Sevgili yeğenini alarak Mekke’ye geri döndü.

• PEYGAMBERİMİZ 25 YAŞINDA -
Peygamberimiz çocukluk ve gençlik devresini tamamlamış, yirmi beş yaşına girmişti. O zamanlar ticâret, deve kervanlarıyla yapılırdı. Çeşitli mallarla yüklü kervanlar hazırlanır, yola çıkardı. Komşu şehirlere giden tüccarlar mallarını o şehrin pazarlarında satarlardı. Mekkeliler bu işte hayli ileri gitmişlerdi. Belirli zamanlarda seferler düzenlenirdi.
Yine böyle bir ticâret kervanı hazırlanmıştı. Gidecekler arasında Sevgili Peygamberimiz de vardı. Akrabalarından Hz. Hatice’nin malları Peygamber Efendimize emanet edilmişti. Hz. Hatice duldu. Oldukça da varlıklıydı. Servetiyle ticâret kervanlarına ortak olurdu. Her seferde de mallarının başında güvendiği birisini gönderirdi.
Bu defa da, amcası vasıtasıyla Peygamberimizle anlaşmıştı. Ayrıca beraberinde hizmetçisi Meysere’yi de göndermişti. Hz. Hatice Meysere’ye, “Muhammed sana ne emrederse onu yapacaksın. Bir dediğini iki etmeyeceksin. Her hâlini de dönüşte bana bildireceksin” demişti. Ticâret kervanı yorucu bir yolculuktan sonra Şam topraklarına ulaşmıştı.
Herkes kendisine uygun bir yer bulup tezgâhlarını kurdu. Peygamber Efendimiz ise, oradaki manastıra yakın bir zeytin ağacının gölgesine yerleşti. Sevgili Peygamberimiz on iki yaşında iken de buraya gelmişti. O sıralarda manastırda Bahira adlı bir rahip vardı. Bahira sevgili Peygamberimizde harikalıklar sezmiş ve korunmasını istemişti. O vefat edince yerine rahip Nastura geçmişti.
Peygamberimizin zeytin ağacı altına inişi dikkatini çekmişti. Daha önceden tanıdığı Meysere’yi yanına çağırttı.
“Zeytin ağacının altına inen kimdir?” diye sordu.
Meysere de, “O Mekke halkından biridir” diye karşılık verdi
Nastura bir an başını yere eğdi. Derin düşüncelere daldı. Bu hali fazla uzun sürmedi. Başını kaldırdı. Meysere’ye “O ağacın altına bir peygamberden başkası inmemiştir” dedi.
Meysere şaşırmıştı. Heyecanlandı. Nastura iyice emin olmak için, “Onun gözünde biraz kırmızılık var mıdır?” diye sordu. Meysere’nin cevabı, “Evet” oldu. Nastura birden donup kaldı. Daha sonra, “Ey Meysere” dedi. “O zat peygamberdir. Hem de gelmesi beklenen en son peygamber!”
Meysere’nin şaşkınlığı son haddine varmıştı. Gelecekte peygamber olacak bir zatın yanında ve hizmetinde bulunuyordu. Bunun mutluluğu bir anda her yanını sardı. Rahibin söyledikleri kulaklarında çınlıyordu.
****************************************
Satışlar yapılmış, alınacaklar alınmıştı. Peygamber Efendimiz herkesten daha kârlı bir ticaret yapmıştı.
Mekke’ye doğru yola çıktılar. Kervan sıcak kumlar üzerinde ilerliyordu. Yerden sanki sıcaklık fışkırmaktaydı. Bu sırada gördüklerine Meysere inanamamıştı. “Acaba yanlış mı görüyorum?” diye düşündü. Gözlerini tekrar tekrar açıp kapadı. Fakat aynı manzara devam ediyordu. Bir bulut Sevgili Peygamberimizi gölgeliyordu. Kavurucu sıcaktan rahatsız olmasını istemiyordu sanki. Aslında bu bulut değildi. Bulut şekline girmiş iki melekti.
Kervan mola verdiğinde bulut, Peygamberimizin üzerinde asılı kalıyordu. Meysere’nin heyecanı kat kat artmıştı. Yerinde duramıyordu. Gördükleri kendisini hayrete düşürmüştü. Duyguları coşmuştu. Bunları Sevgili Peygamberimize anlatmaya da çekiniyordu. Hayret ve şaşkınlığını içinde gizlemek istiyordu.
Yolculuk bitmiş, Mekke uzaktan görünmeye başlamıştı. Hz. Hatice evinin üst katına çıkmış, gelen kafileyi gözlüyordu. Yanında başka kadınlar da vardı. Herkes gibi o da heyecanlanmıştı. Bir bulutun şemsiye gibi Peygamberimizin başı üzerinde durduğunu görüyordu. Bulut ona gölge yapıyordu. Yanında bulunan kadınlara hayretle seslendi :
“Bakın bakın ! Muhammed bir bulut tarafından gölgeleniyor.”
Kervan Mekke’ye inmişti. Peygamberimiz getirdiği malları Hz. Hatice’ye teslim etti. Bu seferki kârları oldukça yüksekti. Hz. Hatice buna da çok şaşırdı. Şimdiye kadar böyle bir şey olmamıştı.
Meysere de gördüklerini, duyduklarını bir bir Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Hatice’nin Peygamberimize ilgisi bir kat daha arttı. Vakit geçirmeden amcasının oğlunun yanına gitti. Varaka bin Nevfel bilgili bir Hıristiyan’dı. Yaşlıydı. Olup bitenleri anlatınca o da şaşırdı. Hayrete düştü ve sonra şunları söyledi :
“Ey Hatice ! Eğer söylediklerin doğru ise Muhammed bu ümmetin peygamberidir. Ben zaten bir peygamberin çıkacağını biliyordum. Onu bekliyordum. Şimdi onun tam zamanıdır.”
Hz. Hatice bu sözler karşısında bütün bütün sevinmişti. Peygamberimizi çocukluğundan beri tanıyordu. Kervanının başında göndermesi daha da yakından tanımasını sağlamıştı.
Hz. Hatice’nin Mekkeli kadınlar arasında hatırı sayılır bir yeri vardı. Sözü geçerdi. Zengindi. Allah, kendisine ayrı bir güzellik de vermişti.
Şimdiye kadar pek çok kişi kendisiyle evlenmek istemişti. Fakat o kabul etmemişti. Zaten evlenmeyi de pek düşünmüyordu. Ama Peygamberimizi tanıyınca bu fikrinden vazgeçmişti. Onun gibisini hiç görmemişti. Dürüsttü, doğruydu. Son derece kibar ve yakışıklıydı. Kısaca Peygamberimiz her yönüyle eşsiz bir insandı.
Hz. Hatice hizmetçisi Meysere’yi, Peygamberimizin evlilikle ilgili düşüncesini öğrenmek için görevlendirdi. Meysere Peygamberimizin yanına gitti ve şöyle sordu: “Ey Muhammed! Niçin evlenmiyorsun?”
Peygamberimiz, “Evlenecek param yok” karşılığını verdi. Böylece Peygamberimizin maddî sebepler yüzünden evlenmediği anlaşılmıştı.
Bu cevabı alan Meysere derhal Hz. Hatice’nin yanına döndü. Olup bitenleri anlattı. Hz. Hatice buna son derece sevindi. Ebu Talip’le görüştü ve Peygamberimiz’le evlenme isteğini dile getirdi. Bu, her yönden uygun bir evlilikti.
Kısa zamanda düğün tarihi tespit edildi. Sade bir düğün merasimi düşünüldü. Düğünde gerekli olacak her şey Hz. Hatice tarafından hazırlanmıştı. Koyunlar kesildi, çeşit çeşit düğün yemekleri yapıldı.
Böylece Sevgili Peygamberimizle Hz. Hatice evlenmiş oluyorlardı. Kendisine peygamberliğin verilmesine daha on beş yıl vardı. Peygamberimiz bu muhterem hanımıyla 24 yıl uyum içinde bir hayat sürdü. Daha sonra Hz. Hatice ilk müslüman hanım olma şerefine de erişti.
Peygamber Efendimiz otuz beş yaşına henüz girmişti. O sıralarda Kâbe hayli harap bir haldeydi. Duvarları yıkılmaya yüz tutmuştu. Onarılması gerekiyordu. Mekkeliler Kâbe’yi tamire karar verdiler. İşe koyuldular. Herkes harıl harıl çalışıyordu. Duvarlar kısa bir zamanda örülmüştü. Hacer-i Esved’in (Kara Taş) bulunduğu yere kadar gelinmişti. Sıra bu taşı yerine koymaya gelmişti. Hacerü’l Esved mübarek bir taştı. Rengi siyah olduğu için ona bu isim verilmişti. Cebrail tarafından Hz. İbrahim Peygambere Cennet’ten getirilmişti. Onun için bu taşa çok kıymet verilmekteydi.
Her kabile bu mübarek taşı yerine koymaya kendisini yetkili görüyordu. Aralarında bir anlaşmazlık çıktı. Ortalık karıştı. Tartışma ve konuşmalar sertleşti. Kılıçlar sıyrıldı. İş son derece ciddiydi.
Her an bir çarpışma çıkabilirdi. Çarpışma olursa çok kan akacağı kesindi. Aklı başında olanların buna çare bulmaları lâzımdı. O esnada yaşlı biri ileriye çıktı. Konuşmaya başladı :
“Ey Mekkeliler!” dedi. “Anlaşamadığımız şu meselede Benî Şeybe Kapısından ilk girecek kimseyi hakem kabul edelim. Bu işi o halletsin.”
İhtiyarın teklifini kabul ettiler. Bütün gözler Benî Şeybe Kapısına çevrilmişti. Az sonra kapıda bir zat belirdi. Ağır adımlarla yürüyordu. Biraz daha yaklaşınca kendisini tanıdılar. Sevinç içinde bağrıştılar :
“El-Emin o! Muhammed o! Onun göstereceği çözüme razıyız!”
Gelen Sevgili Peygamberimizdi. Mekkeliler ona son derece güveniyordu. Bu yüzden kendisine güvenilir mânâsına gelen “El-Emin” ismini vermişlerdi. En kıymetli eşyalarını muhafaza etsin diye ona teslim ederlerdi.
Peygamber Efendimiz topluluğun yanına geldi. Ona durumu anlattılar. Peygamberimiz bu işi çözmeye kararlı gözüküyordu. “Bana bir örtü getirin!” dedi. Derhal getirdiler. Peygamberimiz örtüyü yere serdi. Herkes dikkat kesilmişti. Peygamber Efendimiz mübarek taşı örtünün ortasına koydu.
Sonra, “Her kabileden bir kişi örtünün birer ucundan tutsun” dedi.
Öyle yaptılar. Hacer-i Esved’i konulacak yere kadar kaldırdılar. Peygamber Efendimiz de onu yerine yerleştirdi. İşin böylece halledilmesinden herkes memnun olmuştu. Kanlı bir çarpışma beklenirken iş tatlıya bağlanmıştı.

2 yorum:

  1. Yek 've Yuce olan Allahimiz Muhammed sellelahu 've sellem efendinize 've onun pak ehli beytine selam ve selat etsin 've onu Makamu Mahmuta erdirsin INSALLAH !Biz gunahkar kullarini ise onun Safatina mazhar kilsin dilerim ! Amin!

    YanıtlaSil
  2. Yek 've Yuce olan Allahimiz Muhammed sellelahu 've sellem efendinize 've onun pak ehli beytine selam ve selat etsin 've onu Makamu Mahmuta erdirsin INSALLAH !Biz gunahkar kullarini ise onun Safatina mazhar kilsin dilerim ! Amin!

    YanıtlaSil